Kibritçi Kız

0
96

Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Bu sabah hikâyeler var dağarcığımızda… İyi okumalar… Sevgi ve sağlıkla kalın sevgili okuyucularım… Yase

& & & & &

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı-hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.

Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu.

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak-sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı-alaylı seslenerek koşa-koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye-titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül-gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak-tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak… Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi… Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

& & & & &

Kral ve Dilenci

Bir kral sabah gezintisi sırasında bir dilenciye rastlar. “Dile benden ne dilersen” der. Dilenci güler ve “Sanki dileğimi gerçekleştirebilecekmiş gibi soruyorsunuz” diye yanıtlar.

Kral alınır ve söyleşi koyulaşır. “-Pek tabii her dediğini yerine getirebilirim. Sen söyle hele, ne istiyorsun?”

“-Söz vermeden önce iki kez düşünün kralım.”

Dilenci sıradan bir dilenci değildir. Kralın ilk yaşantısında öğretmeni olmuştur. Ve ona su sözü vermiştir: “Bundan sonraki yaşantında tekrar karşına çıkıp seni uyaracağım.”

Kral olayı unutmuştur. Zaten geçmişi hangimiz noktasına virgülüne kadar anımsayabiliriz ki? Birlikte yaşlanan kişilerin bile anıları farklıdır. Bu nedenle kral bastırır: “-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir Kralım. Yerine getiremeyeceğim hiçbir dileğin olamaz.”

Bunun üzerine dilenci, çanağını uzatır: “-Şu çanağı herhangi bir şeyle doldurabilir misiniz?” diye sorar. Kral kahkaha atar ve vezirine çanağı altınla doldurmasını emreder.

Çanak dolup taşmakta ama anında boşalmaktadır. Paralar buhar olup uçmaktadır sanki. Kralın onuru kırılır. Bir dilenci çanağını dolduramadığı kulaktan kulağa yayılır. Giderek pırlantalar, elmaslar, yakutlar akıtılır çanağa. Ne var ki çanağın dibi yoktur sanki. Yer yutar ama boş kalır.

Kral yenik düşmüştür. Dilenciye yakarır: “-Tamam, sen kazandın. Dileğini yerine getiremedim ama ne olur bana çanağın neden yapılmış olduğunu itiraf et.”

“-Çok basit” diye yanıtlar dilenci. “İnsan dimağından yapılmıştır. Yani insanın arzu ve isteklerinden… Doymak bilmez oluşu bundandır. Bu gerçeği bir kez kavrarsan yaşantın değişir.”

Günün Şiiri

Bağımlı Şiir’den

I

Bütün gün kırlarında dolaştım yurdumun

Oynak tepelerinde, ayartıcı ovalarında.

Bütün gün kırlarında dolaştım senin

Bir avuç toprak arayarak, boş, serin

Oysa ne kadar anlamsız tarihsiz bir toprak

Tarihsiz bir ev, tarihsiz bir insan aramak,

Bazı şairlerden sonra geçti artık

Geçti artık bazı şeyleri anlatamamak

İşte bir sürü bitki, adını bilmediğim

Kuzukulağı, devedikeni, ısırganlar yanında

Sarı ve kızıl açan, bildiğim, görmediğim

İnce gövde, narin yaprak, al dudak

Yere yalıcı, sarılıcı, gramofon

Kim bilir hangi derde deva

Bütün gün kırlarında dolaştım senin

Yaşamak bir yanımda aldı başını gitti

Bir yanımda besleyici ve yabanıl otlar

Bir yerlere bağladılar beni, adlarını bilmesem de

Kenetlenmişler ya ayrıkotları kadar sıkı

Bir yerlerde, biliyorum, bulabilirdim.

II

Akşam tütün dumanlarıyla inerdi soframıza

Ve biz, o çocuğu görürdük aramızda:

Nedir bağımsızlık, bağımlı olmak mı

Bir kuşun gülüşüne, bir kızın kanadına?

Hazırlop bir ömür… Ben yokum buna.

Doğrudur, bir süre şöyle söylenebilir:

Bağımlılıklardır bağımsızlığı oluşturan.

Oysa küçük şeylerdir büyükleri yaratan.

Hem kim bilebilir küçük yanlışları

Büyümeden?… Bir mesleğin seçimi

Elleri kansız bir katil yaratabilir,

Bir yaşamın seçimidir, derim ben.

Bir kızın seçimi

Bir oğulun seçimidir bir bakıma.

Bir süre bunlar söylenebilir, doğrudur

Ama hangi bağlamda?… Şimdi sen ey şair

Bağımlısın şiire. Ama bağımsızsın da

Bağımlı şiir, dedin ona, köpeksi gülüşünle

Oysa biliyorsun; senden daha özgür:

Seni astılar mı ölürsün, o yakılsa da kalır.

Seni övseler, şımarırsın, o kendini korur.

Seni sevseler, büyürsün, tek ayrıcalığın burda.

Bağımlıdır şiir de, evet; insana.

Denizi düşün; bir oluşumdur, devinir.

Bir bütündür, ama parçalanır dalgalandığında

Yine de kuruduğu görülmemiştir ırmaklar gibi

Bir trajedidir onu besleyen ırmakların kuruması.

Bir süreçtir, suyun tarihiyle eşanlamlı.

Bir halktır, suyun tarihiyle eşanlamlı.

Bir düşünce, suyun tarihiyle eşanlamlı.

Bir damladır, okyanusun büyüklüğüyle özdeş

Eh biraz büyümüştür kısacası.

Yani küçük şeylerle gelindi bugüne.

Küçük bankalarla, küçük bonolarla, küçük tahvillerle

Küçük gayrimenkullerle gelindi bugüne.

Küçük adamlar, küçük mülkler büyüdü birdenbire

Ve küçüldü ülke… Bu böyle bilinmeli

Şimdinin bilinmesi yetmez

Onu geleceğe yetiştirmeli:

Küçük bağımlılıklarla gidilecek bağımsızlığa

Ve haykırıyorum işte: Yaşasın … Ülke!

Nedir bağımlılık, işte bir söz

İşte bir urgan sıkıyor boğazımı.

Çocuklara koyun benim adımı

Gördüğünüz gibi yitirdik isimsiz kahramanımızı

Yarattığımız gibi yitirdik… Şimdilerde

Akşam açlık kokularıyla iner sofralara

Ve sokaklarda onlar dolaşıyor… Hâlâ.

Ali CENGİZKAN

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here