Böyle Bir Şey Hayat Bazen…

0
72

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bu sabah hava yumuşak ve rüzgâr yavaştan, yavaştan estiriyor hüznün en yumuşak kadife karanlığını. Balkona çıktım dumanlı dağlara baktım. Onlar da hüznün beyazı ile dolu. Upuzun  uzanmış sessiz ve yapayalnız. Garip! Hüzünlü değilim! Buna rağmen  havanın hüzünlü olması içimi garip  bir sevinçle dolduruyor? Derin, derin içime çekiyorum temiz havayı, soğuğunu, iliklerime. Ve bir an yalnızca bir an duruyor her şey… Dejavu yaşıyorum! Evet… Bu anı önceden de yaşadım. Havanın kokusu aynı, rengi aynı… Dağların beyazı ve sokakların rüzgarın süpürgesi ile temizlenmiş taştan, topraktan kurtulmuş hali. Sabahın erkeni ve etrafta in yok cin yok yalnızca kocaman bir sessizlik… Oh yalnız ve sessizliği dinleyerek, bu yumuşak hüzünlü havada yaşıyor olabilmek ne harika bir duygu ya Rab’bim? Şükrediyorum yaşama sevinci veren yaratana. Ve ben bunları bir defa daha yaşamışım biliyorum. Yine böyle şükretmiştim…

Sonra… Evet. Bu havalar çocukluğumun havaları! Bu yıl yaşadığımız kışta çocukluğumun kışıydı, içimdeki çocuk yaşıyor hala? Ve belki bu yüzden her şeye rağmen  yaşama sevincimi  yitirmemem? Yoksa ne yaşama sevinci barınır ne de yaşama isteği olurdu, gördüklerimiz ve yaşadıklarımız karşısında bu son zamanlarda. Ama hayat işte böyle bir şey… Tam  uçurumun kenarına gelirsin  bir şey seni  geri çeker… Tam mutluluğun doruklarında dolaşırsın uçurumlar seni özler. Hem derin bir umutsuzluk hem derin bir hüzün ve yalnızlık, hem kötü, acımasız, vahşi hem de tam tamına bunun karşıtı. Hayat beni korkutmuyor artık. Dayandığım balkon korkuluklarından çekiyorum dirseklerimi, dikleniyorum… Daha derin çekiyorum içime temiz ıslak havayı. Kendimi güçlü ve yenilmez algılıyorum bir gladyatör gibi. Hayatın dayattıklarını göğsümü gere, gere yaşarım. Korkmam hainlerden, korkmam cahillerden, korkmam ön yargıları kırmaktan, vahşetle savaşmaktan.

Ne kadar güzel ve özgür bir şey bu… Evet kendimi özgür bıraktım bu sabah. Bana bunu yaptıran hava. Ama biliyorum ki  hava yalnızca içimde sakladıklarımı ortaya çıkardı. Artık savaş başlıyor. Ve benim savaşım, kafaya takmak zorunda kaldığım  bütün incik boncuk tokayla. Zincirlerimi kırdım. Herkese açık kapım. Direnmeyeceğim hiçbir şeye. Ve korkmayacağım hiçbir şeyden. Ve yıkılmayacağım.

İlk önce bana kötülük yapanlara açacağım kapımı… Eskiden olsa kapım kapalı kalırdı onlara, hakkımda  bir tek  kötü kelime düşürsünler dillerinden aşırı korumaya alırdım kendimi. Ama şimdi bundan  vazgeçiyorum, serbest bırakıyorum kendimi. Bol, bol malzeme bırakacağım  onlara, kötüye yoracakları, ağızlarını açıp gözlerini yumarak konuşacakları… Kafalarını bu malzemelerle uzun zaman  oyalayacaklar. Onlar benimle temizlesinler yüreklerini vicdanlarını. Ellerinin kirini ve yoğun komplekslerini… Cehaletlerini benimle örtsünler, beni ayaklar altına alıp yüceltsinler adlarını.

Sömürsünler bedenimi, aşağılasınlar bilgimi, görgümü, mesleğimi, yeteneğimi, yerleri süpürsünler saçlarımla. Binlerce yıl isterse sövsünler adıma.

İnim, inim inletsinler isterlerse, kahretsinler lime lime dökülsün isterse etlerim. Ağzımı açmayacağım. Aman dilenmeyeceğim. Ve malzemeleri yine bırakacağım onlara. Beni yok ettiklerini sandıkları an… İşte o an bir hayalet olarak geri döneceğim. Her mekandan giren her   an her yerde olan. Ve dileyeceğim ki temizlenmiş olsunlar benimle. Ve mutlu olsunlar.

Ve özgürlüğün en alasını yaşayacağım. Camlardan girerek duvarlardan süzülerek. Ne ağırlığım olacak ne hacmim. Ne surat asacağım ne ağlayacağım. Gülümseyeceğim   sadece. Titrek olmayacak bedenim  ve karanlıkları beklemeyecek..

Ve işte bazen havalar içimdeki çocukla karşılaşır ve yelken açar düşler alemine beni de sürükler yanında.

Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım, ayrıma gayrıma inat. Yase

& & & & &

UMUT…

 Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise
yaşlı bir ressam otururdu. Günlerden bir gün genç kızın arkadaşı zatürreeye yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu…

Geriye doğru sayıyordu; ”Oniki” dedi, biraz sonra da ”on bir”; arkasından ”on”, sonra ”dokuz”; daha sonra, hemen birbiri ardına ”sekiz” ve ”yedi”. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?

Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaşına ”Neyin var?” diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde ”altı” dedi. ”Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce nerdeyse yüz tane vardı. Saymaktan başım ağrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu, topu beş tane kaldı şimdi.” ”Beş tane ne?” diye sordu arkadaşı. ”Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu.”

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o; ”İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum… Ondan sonra bende gideceğim” diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yaprağı hala yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.

”Bu sonuncusu” dedi hasta kız. ”Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim.” Ağır, ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyordu.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hala yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun, uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi; ”Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin” dedi.

Akşam üstü gelen doktor ayrılırken; “şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adam çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor” dedi.

Ertesi gün doktor; ”Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız” dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene, sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgar estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı ressam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı…

Günün Şiiri

ÇATLAK

odam

dört renk.

dört duvar

yıkılası odam.

seçtiğim

yüzümü astığım

bir tanesini,

anlamsız bir kırmızı duvar.

emirsiz bir ‘hazır ol’ ile

dikiliyorum

kıpırdamadan karşısına.

bekliyorum……

bekliyorum……

b e k l i y o r u m…………

ve aniden

ve ivedi

savuruyorum avazımı suratına

bir gürz  gibi

neyi sevdiğimi

mandallıyarak sapına.

sonra mı??

dingin bir rüzgarın koynuna girip

uzanıyorum bakire yatağıma.

ve her sabah

8:15 vapurunun kıçında

hafif demli bir çaycı

her yeni gün

gördükçe kızkulesinin

suratında büyüyen çatlakları

anlıyor

o uzun saçlı serserinin

dudağına bağdaş kurup

serpilen gülücüğün

nedenini.

Barış GÜLTEKİN

Günün Sözü

Düşmanlarından ziyade arzularını alt edeni daha cesur sayarım, çünkü en zor zafer kendine karşı alınandır.

Aristo

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here