Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız? Sabahın erkeninden gelen, gazeteleri karıştırdım, köşe yazılarını haberleri okudum ve kendime “en iyisi, sen resim yap” dedim.
Resim yapmak aslında bu günlerde benim için nasıl bir şey biliyor musunuz? Internet üzerinden gazete okuyorsanız bilirsiniz. Bir köşe yazısı için tıklamışsınız, yazıyı bekliyorsunuz, ciddi bir yazı. Bir bakıyorsunuz yanı başında bir sürü reklam çıkıyor, zayıflama kremi, lahana diyeti ve bir sürü ıvır zıvır. Tuhafıma gidiyor, içinde bulunduğunuz durum da basenim incelmiş, incelmemiş ne gam diye düşünüyorum! İlk başta kızıyordum bu reklamlara. Ancak dikkat ettim, onların varlığı aslında, hayatın her şeye rağmen aktığının göstergesi. İyice içine dönmüş yüreğin, soluklanması gibi bir şey. Ve bu günlerde resim yapmak bana öyle gibi geliyor. Soluk alabilmek için resim yapmam gerekiyor. Çünkü başka bir şey yapamıyorum. Aslında yazmak istiyorum, şöyle gönlümce, Berduş diliyle, yüreğimin haykırdığı gibi. Ancak kalemim içe dönük, dilim, peltek, fırçam bana boyun eğmez. O zaman en güzel resimleri yapmanın tam zamanı diyip atölyeme dönmeliyim. Bütün düşüncelerimi dışarıda bırakıp, en azından isyankâr fırçamın, renkli dünyasında kaybolayım.
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım hayat gerçekten akıyor! Ne tuhaf! Şarkı söylemeyi unutmuş olsak da? A yok, yok unutmamışız aslında. Biraz önce bir çocuk geçiyordu sokaktan avaz, avaz şarkı söylüyordu. Ne güzel dedim aynen eskisi gibi? Ama eskisi gibi şarkı söylemek mutfakta, merdivende, sokakta bu bir düş sanki şimdilerde. Ancak ne olursa olsun, yemek, yemek zorundayız, öyle kelli felli değil ama bir lokma bir hırka gibi. Ve bizler. Savaştan, denizde yiten yüzlerce mülteci şehit düşmüş Mehmetlerimize, kişisel hırs ve kıskançlıklarımız, gönül yaralarımız için acı çekmek zorundayız. Ve yaşamak… Çünkü tıklım, tıklım olsa da ortam hayat devam ediyor? Çok zaman inanırdım. Sıkıntılı ve özellikle çok acılı iken dünya durmalı diye. Neden durmuyor ki? Durmuyor çünkü öyle güzel yaratılmışız ki doğamız öyle kurgulanmış ki en büyük acıları çekerken bile “an” gelir gülümseriz, O, “dünya dursun” diye inleyen, yürekten?
Tuhaf, insan denen muamma, tuhaf!
Ve her insan bir dünya, bu bir gerçek… Bazen arkadaşımın dükkânına takılırım, içim sıkıntılı. Kaldırımdan geçenleri izlerken, gülen, konuşan, düşünen, dilenen, telaşlı telaşsız, gürültücü kaldırımları babasının malı gibi kullananı falan, arkadaşıma dönerim. Bunca sıkıntı içinde insanın kişisel zevklerine ya da sıkıntılarına kapılması normal mi? Yani toplumsal olması gerektiği yerde kişisel olması nasıl bir şey? “Bencillik” diyor. “İnsan bencildir.” Aklımda “hala dünya neden durmuyor?” sorusu takılı olduğu için. “İnsanın bencilliği aslında dünyanın durmaması için, akıp gitmesi için lazımdır zahar?” diyorum. Baksana değişik insanlar geçiyor, akıllarında ne var, yüreklerinde ne taşırlar, bilemiyoruz. Ancak yürüyorlar, aynen bizim gibi ve gülüyorlar? Belki hastaları var, belki sevdiklerinden ayrılmışlar, belki ev kirasını ödeyemiyorlardır? Ancak ilerliyorlar yinede. Burada aklıma bir Nasrettin hoca fıkrası geldi…
“Bir gün köyün gençleri Hocayı sınavdan geçirmeye karar vermişler. Köyün alanında toplanıp Hoca’nın yolunu beklemişler. Biraz sonra Hoca çıkmış karşılarına. İçlerinden bilgi bakımından kendine güvenen biri:
“-Hocam sana bir soru soracağım. Bakalım bilecek misin?” Hoca da “sor bakalım” demiş. Delikanlı sormuş; “-Dünyanın merkezi neresidir?” Hoca anında yanıtlamış; “-Ayağımın bastığı yerin altındadır.” Çocuklar ne diyeceklerini bilemeden dağılmışlar.
Ve aslında hepimiz ayağımızın bastığı yerin kendi merkezimiz olduğunu, işgal etiğimiz yer kadar olduğumuzu bilmeden yaşarız. Oysa en kısa ve yalın gerçek bu!! Ve insan öyle bir yaratılmış ki “dayanamam” dediği her şeyle denenen ve dayanabilen. Ve biz bunun ayrımına şimdilerde çok iyi varıyoruz. O kadar vahşete, kan ve ateşe göğüs gerebiliyoruz ki başımıza gelmeden önce bilemezdik. Ve keşke bilmek zorunda kalmasaydık hiçbir zaman.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım birlik beraberlik içinde ayrımsız gayrımsız bunu bize dayatmaya çalışanlara inattttt… Yase
Günün Şiiri
Yaşayabilme İhtimali
soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam…
Ben seninle bir gün Veysel Karani’de haşlama
yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
(Ankara’da karbon monoksit sonbaharlar yaşanırdı o
zaman) özlemeye başladım herkesi.. Ve bu hasret öyle
uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım
sonra..
Bizim Kemalettin Tuğcu’larımız vardı…
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkânı…
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan
kahverengi sıralarda, solculuk oynamaya başladık..
Ben doktor
oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla…
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu,
pütürlü duvarlara ve Türk Dil Kurumu’na inat bir
Türkçeyle… Ağbilerimizden öğrendik, Ş harfinden
orak çekiç figürleri türetmeyi..
Ankara’ya usul-usul karbon monoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu
haber bültenleri..
Oysa Ankara’da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim..
(Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik
dikenleri saymazsak..)
Ankara’ya usul usul kurşun yağıyordu.. Ve belli bir
saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber
bültenleri.. Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim..
Ve hiçbir mahkeme tutanağında geçmedi adım..
Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm
sadece..
Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde ama
sen yoktun.. Ben, senin beni sevebilme ihtimalini
seviyordum, suni teneffüs saatlerinde.. Okul servisi
seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine
götürüyordu.. Ben, senin benimle Tunalı Hilmi
Caddesine gelebilme ihtimalini seviyordum..
Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.
Yaz sıcağı toprağa çekiyordu tenimin çatlamaya hazır
gevrekliğini.. Sonra otobüs oluyordum,
kırık yarık yolların çare bilmez sürgünü..
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum Muş
ovasının yalancı maviliğini.. Otobüs oluyordum bir
süre.. Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum,
yanağım otobüs camının garantisinde..
Otobüs oluyordum.. Bir ülkeden bir iç ülkeye..
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum…
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın
listesinin.. Korkuyordum..Sonra iniyordum otobüsten..
Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun, ömrümün
en kısa, ömrümün en çocuk, ömrümün en ihtiyar yolunu
koşuyordum.. Çünkü sonunda annem oluyordum babam
kokuyordum sonunda…
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim,
çocuk olmaktan..
Ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam…
Ben seninle bir gün Van’daki bir kahvaltı salonunda…
Ben seninle (sadece bilmek zorunda kalanların bildiği)
bir yol üstü lokantasında…
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay
kıvamında bakan Doğubeyazıt’ın herhangi bir toprak
damında..
Ben seninle herhangi bir insan elinin terli
coğrafyasında olma ihtimalini sevdim..
Ben senin,
beni sevebilme ihtimalini sevdim!
Yılmaz ERDOĞAN
Günün Fıkrası
Nasrettin hoca pazarda dalgın yürüyormuş. Etrafındaki esnafları seyrediyor. Bu sırada ensesine bir tokat geliyor. Hoca tökezlemiş bir kaç adım sendelemiş neyse toparlanıp sinirli bir şekilde arkasını dönmüş. Bir bakmış ki hocanın 2 katı hayvan gibi bir adam. Hoca durmuş bir yutkunmuş önce, sonra: “Bana sen mi vurdun?” demiş adama.
Adam; “Ben vurdum lan ne olacak” demiş.
Hoca: “Şakadan mı vurdun ciddiden mi?” demiş
Adam: “Ciddi vurdum napacan?”
Hoca: “Aman aman, öyle olsun… Çünkü şakadan hiç hoşlanmam da!”
Günün Sözü
Kelimelerin kuvvetini bilmeyen insanlarla esaslı bir konuyu konuşmak mümkün değildir.
Konfüçyüs
İyiliği Başa Kalkan Kimsenin Kusuru Ödülünden Büyüktür.
Bazen önemli olmamalı gidecek olan ya da gelmeyen. Çünkü bazen, başlaman gerekir her şeye yeniden.
Nazım Hikmet