Gün ve Hüzün

0
208

Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Seçimler bitti şimdi  vekillerin yemin etme töreni başladı  ve  yine yıllar öncesinden kalma bir kriz gündeme geldi. HDP’den milletvekili Sayın Leyla Zana yine önceden yaptığı gibi şimdide krize nedeni oldu. Yani özgür olmak tabi ki herkesin hakkı ancak söz konusu düzense kimse kendi iradesi ile düzeni bozma özgürlüğüne sahip değildir diye düşünüyorum. Yani millettin vekilisin  hükümet kurulduğunda bir teklif getirirsin oylamaya sunulur kabul edilir ya da edilmez. Ancak şimdi bütün milletvekillerin aynı yemini etmesi gerekiyor. Keşke Sayın Zana bunu biliyor olmasına rağmen yeniden bir krize neden olmasaydı. Nasılda kavram kargaşası yaratarak zaman kaçırıyoruz yazık!

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım çoktan beri düşündüğüm ancak dün gerçekleştirebildiğim Reşat Nuri Güntekin klasiklerinden olan Çalıkuşu romanını kütüphaneye bağışlamak, azıcık sohbet ve kütüphane havası solumak için ilçe  kütüphanesinde idim. Kütüphane müdürü sevgili Harika hanımla söyleştik. Kitaplardan ve kütüphanelerden… Doğrusu kütüphanenin şimdiki durumu bambaşka kadın eli değince böyle mi oluyor acaba bilmiyorum ancak  kütüphane binası kesinlikle çok çabuk yenilenmeli sağlık ocağını içine alacak şekilde. “Tamam” dendi. Ancak ne zaman başlanacağı meçhul  bu yüzden ben deniz sık sık bunu gündeme getireceğim. Tabi  kütüphane binasının yenilenmesi fikri çok önemli ancak içime bir hüzün doluyor yine de. Çünkü çocukluğumuzun kütüphanesi olmayacak artık orası,  eski kokusu ve duvarlardaki izler olmayacak! Ancak yapacak bir şey yok. Zamana karşı duramıyor artık yaşlı sarsak duvarlar ve onlarda dinlenmeyi hak ediyor. Bunu paylaşıyorum Harika hanımla “Ama  yeni kokular ve rengârenk aydınlık duvarlar olacak” diyor.

Eski kokular geliyor aklıma. İlk soluduğum kitaplık kokusu çocukluğumun kütüphanesi! Onun kokusu hiç bir şeye benzemez! Yün halıların, ceviz kitaplıkların  ve kahve kokusu emmiş kitapların, yıllanmış kokusu ile harmanlanmış eşsiz ve anlatılamaz bir koku. O kokuyu bazen yakalarım atölyemde garip değil mi boya kokusu sinmiş ama koku aynı gibi! Sonra çok kütüphanelerim oldu. Okul kütüphanesi örneğin   ilkokulumuzun kütüphanesinin de kokusu bir başkaydı  ve Beyazıt kütüphanesinin de nem kokulu, duvarlarında hayaletlerin yaşadığı taş duvarlı  kütüphane. Yolundan geçerken bile kokusunu çekerdim içime. Onun da kokusu başka bir kokuya benzemez.  Orada olmadığım zamanlarda o kokuyu alırım solurum ciğerlerim bayram yapar. Kütüphaneden yine hüzünlü ayrıldım orada yaşamak isterdim aslında.

kütüphane1

Ve  yıllar önce yazdığım “gün ve hüznün” yazısı düştü aklıma tamda bu günlerde yazdığım. Hava açık ve güneş neşeli, ancak yürekler hüzünlü.  Sözler var,  inanmak istemediğimiz, ancak tarihe tanıklık yapsın istediğimiz, ve hüzün… Her şeye rağmen kalbimizin sahibi bu sabah?

Hüzün uğramayan kalp var mı acaba?  Dağda taşta, kurtta  kuşta, kaldırım otunda  ve bütün canlılarda, hatta hani “taş kalpli ne olacak” diye bildiklerimizde bile… Hüzün gizlidir yüreğinin en derin yerinde. Yumuşacık kadife gibi…

Taş duvarlı kütüphaneler var, asırlık konaklar, şatolar, saraylar, müzeler, hanlar, hamamlar, köprüler. Onlarda da bir hüzün, bir hüzün vardır ki bakanları içine, içine çeker. Onları taş, toprak beton binalar belleriz.  Cansız ruhsuz.  Oysa onların canı bütün canlar kadar diri ve kanları akışkan. Duyguları, sıkıntıları, stresleri ve sevinçleri olan… Onlar yalnızca kum ve çimentodan demir yığınından  oluşmamıştır. Aynı bir bebeğin dünya gelişi gibidir  onlarında dünyaya  gelmesi. Önce düş kurulur şöyle bir evim olsa diye… “Şöyle geniş olsun bahçeli  olsun. Şu kadar olsun, bu kadar olsun, şu malzemeyi   kullanalım…” falan diye planlanır. Ve başlar çalışmalar. Ne terler akar ne emekler ne düşlerle yoğrulur taşların arasındaki harçlar, sıvalar, ne seslere kulak verir o  tuğla, tuğla, taş, taş, yükselen duvarlar? Ne gizlere kulak misafiri olurlar. Ne  çok  düşlere?

Sonra  onlar  binalar, köşkler, saraylar, hanlar, hamamlar  olarak ortaya çıkarlar… Kimisi görkemli, süslü püslü, kimisi sade, kimisi zarif bir inci tanesi gibi… Ancak hepsi milyonlarca ses, milyonlarca duygu, milyonlarca düşünce, milyonlarca  elin  sıcaklığını taşıyan  bu  yapıtlara diyebilir miyiz onlar taştır, mermerdir, betondur. Cansızdır, yürekleri yoktur diye? Ben diyemem… Sonra onlar ayrılır bazısı kütüphane olur, bazısı cami, bazısı han hamam, bazısı ev, bazısı okul olur. İçlerinde yaşayanlar olur, okullar da öğrenciler minicik çocuklalar, yetişkin öğretmenler. Onların sesleri yankılanır duvarların yüreğine.

Gizleri, sevinçleri ve o okulların duvarları, milyonlarca gize sahip yaşarlar kimseye sezdirmeden. Milyonlarca çocuğun gizli gözyaşlarına yalnız onlar tanıklık yaparlar. Sevinçlerine, acılarına.  Kütüphanelerde öyle. Her kitabın bir fısıltısı vardır. Etrafın sessizleşmeye başladığı anda  ortaya çıkan. Onlar fısıl-fısıldır hem kendi aralarında konuşurlar hem de duvarlarla fısıldaşırlar. Bazen görünmez yazılar oluşur kalın duvarlarda. Ve camiler ve kilisler ve havralar  onlarında   içerdeki huşudan alır nasibini  Tanrı’ya tapınmak için her secdeye vardığında insanlar o duvarlarda diz çöker  kimseler görmeden, güzel sözleri hatmeder okunurken ta yüreklerinde  biriktirirler, bir dile gelseler onlar, birer bilgedir, bilgeden öte.

Ve köprüler ah en çok suyun sesinden anlayan onlardır en büyük hüzün herhalde onlarda yaşar,  sulara gömülen canların duygularını, çaresizliğini, çığlıklarını yalnızca onlar duyarlar, balıkların, suda yaşayan canlıların neşelerini, acılarını, elemlerini. Ve surlar var. İstanbul’da, onlar ne  amaçla inşa edildiklerini bilirler, onlarında  duyguları vardır ancak onlar gurur da taşırlar benliklerinde. Çünkü o taşlarının yapımına vatan aşkı katık edilmiş. Ancak şimdilerde o taşlar  kırık dökük ve yamaçlarında, sokak çocukları uyur. O asırlık taşlar onlara analık yapar. Sımsıkı sarılarak. Sanırım en büyük hüzün o taşların yüreğinde yaşar.

Ve saraylar ve köşkler, onlarda içlerinde yaşanan  bütün  sevinçlerin, bütün hüzünlerin, bütün gelmiş geçmişlerin seslerini ruhlarını barındırırlar. Hani şato hayaletleri falan vardır ya çocukken çok okurduk kitaplarda  o zaman düşünmezdik  ama çok heyecanlanırdık.

Ve duvarların ve eşyaların  bizim kadar geniştir yürekleri yalnızca onlara bakmayı bilelim. Şimdiler de? Hayalet avcılığındayım. Bakarken duvarlara dalıyorum içlerine giriyorum taşların yüreğinin. En çok haykıran duvarlar zindan duvarları, canhıraş feryatları duyuluyor arştan. Biriktirmişler ne acı sözleri ve kan damlalarını yutmuşlardır? Ne kadar huzursuz, ne kadar üzgün, ne kadar kocaman bir hüzün taşıyıcısıdır o yorgun, yara bere içinde kalmış  duvarlar! Ne garip! O duvarlarda bitkiler yeşerir, sanki inadına, inadına serin bir soluk gibi. Ve o yeşillikler bütün taş duvarlardan fışkırır. Muhakkak sizin de dikkatinizi çekmiştir, yıkıntılarda yükselen zarif yeşillikler.

Ve sevgili okuyucularım. Konser salonları vardır “ohhh” onların keyfi bir başka, ne gelmiş geçmiş müzisyenlerin müziğine eşlik etmişler, ne oyunlara ev sahipliği yapmışlar sayısını onlarda bilmez. Ancak duvarları kalınlaşmıştır her telden müzik sesi ve  alkışlardan. Onlarında  hüzünleri vardır kuşkusuz. Yiten canlar için için ağlarlar.

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım geçenlerde sağlık gezisinde idim demiştim arkadaşımla. Afyon Karahisar’da. Orada da tarihe tanıklık etmiş eski binaları aradım, ara sokaklarda savaştan çıkmış yaşlı hüzünlü ve yalnız binalar. Çokça resim çektim. Bu yüzden otobüsü kaçıracaktık.

Ve sevgili okuyucularım, ne basıp geçtiğimiz toprağı ne baktığımız, yaşadığımız mekanları, ne taşı  ne de hayvanı, bitkiyi incitmeyelim, düşünelim ki hepsinin bir yüreği var, bir hayatı ve öyküsü ve kaderi, hepsi hüzün taşır içinde, aynı zamanda  sevinçte. Ve şimdi sağlık ve sevgiyle kalalım  sevgili okuyucularım hep birlikte ayrımsız gayrımsız. Yase

Günün Şiiri

Hüzün Geldi

Türküler bitti

Halaylar durdu

Horonlar durdu

Al damar, mor damar, şah damar sustu

Bahçeler put kesildi birer birer

Meyveler salkım saçak taş.

Bir bulut uçardı

Başı boş bedava

Yandı kül oldu.

Hüzün geldi baş köşeye kuruldu

Yoruldu yüreğim yoruldu.

Ağaç büyür arkasında koşamam

Kervan yürür peşi sıra düşemem

Yıldız akar uçsam da yetişemem.

Hüzün geldi başköşeye kuruldu

Yoruldu yüreğim yoruldu.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Sevgi Üstüne

Bütün kitapları yakmalı

Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır

Kitaplara göre insan

Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş

Gözleri, yüreği kamaşmış insandır

Aptaldır, hastadır, kahramandır

Bütün kitapları yakmalı

Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır.

İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler

Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar

Bir tek meyve veren dalı keserler

İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı

Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli

Bir tek meyve veren dalı kesmeli

İnsan dediğin derya misali

Üstünde milyonlarca dalga

İçinde kıyametler kopmalı

İnsan dediğin derya misali

Uçsuz bucaksız olmalı.

Gel çıkalım sevgilim gel

Gel kurtaralım birler hanesinden

Çekelim gidelim bir uçtan uca

Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar

Sevelim sevelim sevelim

Sevebileceğimiz kadar

Bedri Rahmi EYUBOĞLU

Günün Fıkrası

Temel bir gün Japonya’dan bir gözlük alır, gözlükte ne gözlük..Takınca karşıdaki kişileri elbisesiz gösteriyor, takıyor karşıdaki elbisesiz, çıkartıyor elbiseli.. İyi der Fadime’ye sürpriz yaparım diye düşünür, eve gelir gözlüğü takar, Fadime’yle Sütçü çıplak, çıkarır Fadime ile sütçü yine çıplak, tekrar takar, çıkarır.. Fadime sorar ne oldu diye. “Sorma Fadime der, bir gözlük almıştım ama hemen bozuldu mübarek…”

Günün Sözü

Eğitimin amacı, kafayı bir rezervuara çevirmek değil, onu canlı bir çeşme haline sokmak olmalıdır.Yalnız içeriye pompalanmakla dolan bir kafa, dışarıya pompalamakla derhal boşalabilir.

M. Mason

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here