Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Seçimler bitti şimdi vekillerin yemin etme töreni başladı ve yine yıllar öncesinden kalma bir kriz gündeme geldi. HDP’den milletvekili Sayın Leyla Zana yine önceden yaptığı gibi şimdide krize nedeni oldu. Yani özgür olmak tabi ki herkesin hakkı ancak söz konusu düzense kimse kendi iradesi ile düzeni bozma özgürlüğüne sahip değildir diye düşünüyorum. Yani millettin vekilisin hükümet kurulduğunda bir teklif getirirsin oylamaya sunulur kabul edilir ya da edilmez. Ancak şimdi bütün milletvekillerin aynı yemini etmesi gerekiyor. Keşke Sayın Zana bunu biliyor olmasına rağmen yeniden bir krize neden olmasaydı. Nasılda kavram kargaşası yaratarak zaman kaçırıyoruz yazık!
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım çoktan beri düşündüğüm ancak dün gerçekleştirebildiğim Reşat Nuri Güntekin klasiklerinden olan Çalıkuşu romanını kütüphaneye bağışlamak, azıcık sohbet ve kütüphane havası solumak için ilçe kütüphanesinde idim. Kütüphane müdürü sevgili Harika hanımla söyleştik. Kitaplardan ve kütüphanelerden… Doğrusu kütüphanenin şimdiki durumu bambaşka kadın eli değince böyle mi oluyor acaba bilmiyorum ancak kütüphane binası kesinlikle çok çabuk yenilenmeli sağlık ocağını içine alacak şekilde. “Tamam” dendi. Ancak ne zaman başlanacağı meçhul bu yüzden ben deniz sık sık bunu gündeme getireceğim. Tabi kütüphane binasının yenilenmesi fikri çok önemli ancak içime bir hüzün doluyor yine de. Çünkü çocukluğumuzun kütüphanesi olmayacak artık orası, eski kokusu ve duvarlardaki izler olmayacak! Ancak yapacak bir şey yok. Zamana karşı duramıyor artık yaşlı sarsak duvarlar ve onlarda dinlenmeyi hak ediyor. Bunu paylaşıyorum Harika hanımla “Ama yeni kokular ve rengârenk aydınlık duvarlar olacak” diyor.
Eski kokular geliyor aklıma. İlk soluduğum kitaplık kokusu çocukluğumun kütüphanesi! Onun kokusu hiç bir şeye benzemez! Yün halıların, ceviz kitaplıkların ve kahve kokusu emmiş kitapların, yıllanmış kokusu ile harmanlanmış eşsiz ve anlatılamaz bir koku. O kokuyu bazen yakalarım atölyemde garip değil mi boya kokusu sinmiş ama koku aynı gibi! Sonra çok kütüphanelerim oldu. Okul kütüphanesi örneğin ilkokulumuzun kütüphanesinin de kokusu bir başkaydı ve Beyazıt kütüphanesinin de nem kokulu, duvarlarında hayaletlerin yaşadığı taş duvarlı kütüphane. Yolundan geçerken bile kokusunu çekerdim içime. Onun da kokusu başka bir kokuya benzemez. Orada olmadığım zamanlarda o kokuyu alırım solurum ciğerlerim bayram yapar. Kütüphaneden yine hüzünlü ayrıldım orada yaşamak isterdim aslında.
Ve yıllar önce yazdığım “gün ve hüznün” yazısı düştü aklıma tamda bu günlerde yazdığım. Hava açık ve güneş neşeli, ancak yürekler hüzünlü. Sözler var, inanmak istemediğimiz, ancak tarihe tanıklık yapsın istediğimiz, ve hüzün… Her şeye rağmen kalbimizin sahibi bu sabah?
Hüzün uğramayan kalp var mı acaba? Dağda taşta, kurtta kuşta, kaldırım otunda ve bütün canlılarda, hatta hani “taş kalpli ne olacak” diye bildiklerimizde bile… Hüzün gizlidir yüreğinin en derin yerinde. Yumuşacık kadife gibi…
Taş duvarlı kütüphaneler var, asırlık konaklar, şatolar, saraylar, müzeler, hanlar, hamamlar, köprüler. Onlarda da bir hüzün, bir hüzün vardır ki bakanları içine, içine çeker. Onları taş, toprak beton binalar belleriz. Cansız ruhsuz. Oysa onların canı bütün canlar kadar diri ve kanları akışkan. Duyguları, sıkıntıları, stresleri ve sevinçleri olan… Onlar yalnızca kum ve çimentodan demir yığınından oluşmamıştır. Aynı bir bebeğin dünya gelişi gibidir onlarında dünyaya gelmesi. Önce düş kurulur şöyle bir evim olsa diye… “Şöyle geniş olsun bahçeli olsun. Şu kadar olsun, bu kadar olsun, şu malzemeyi kullanalım…” falan diye planlanır. Ve başlar çalışmalar. Ne terler akar ne emekler ne düşlerle yoğrulur taşların arasındaki harçlar, sıvalar, ne seslere kulak verir o tuğla, tuğla, taş, taş, yükselen duvarlar? Ne gizlere kulak misafiri olurlar. Ne çok düşlere?
Sonra onlar binalar, köşkler, saraylar, hanlar, hamamlar olarak ortaya çıkarlar… Kimisi görkemli, süslü püslü, kimisi sade, kimisi zarif bir inci tanesi gibi… Ancak hepsi milyonlarca ses, milyonlarca duygu, milyonlarca düşünce, milyonlarca elin sıcaklığını taşıyan bu yapıtlara diyebilir miyiz onlar taştır, mermerdir, betondur. Cansızdır, yürekleri yoktur diye? Ben diyemem… Sonra onlar ayrılır bazısı kütüphane olur, bazısı cami, bazısı han hamam, bazısı ev, bazısı okul olur. İçlerinde yaşayanlar olur, okullar da öğrenciler minicik çocuklalar, yetişkin öğretmenler. Onların sesleri yankılanır duvarların yüreğine.
Gizleri, sevinçleri ve o okulların duvarları, milyonlarca gize sahip yaşarlar kimseye sezdirmeden. Milyonlarca çocuğun gizli gözyaşlarına yalnız onlar tanıklık yaparlar. Sevinçlerine, acılarına. Kütüphanelerde öyle. Her kitabın bir fısıltısı vardır. Etrafın sessizleşmeye başladığı anda ortaya çıkan. Onlar fısıl-fısıldır hem kendi aralarında konuşurlar hem de duvarlarla fısıldaşırlar. Bazen görünmez yazılar oluşur kalın duvarlarda. Ve camiler ve kilisler ve havralar onlarında içerdeki huşudan alır nasibini Tanrı’ya tapınmak için her secdeye vardığında insanlar o duvarlarda diz çöker kimseler görmeden, güzel sözleri hatmeder okunurken ta yüreklerinde biriktirirler, bir dile gelseler onlar, birer bilgedir, bilgeden öte.
Ve köprüler ah en çok suyun sesinden anlayan onlardır en büyük hüzün herhalde onlarda yaşar, sulara gömülen canların duygularını, çaresizliğini, çığlıklarını yalnızca onlar duyarlar, balıkların, suda yaşayan canlıların neşelerini, acılarını, elemlerini. Ve surlar var. İstanbul’da, onlar ne amaçla inşa edildiklerini bilirler, onlarında duyguları vardır ancak onlar gurur da taşırlar benliklerinde. Çünkü o taşlarının yapımına vatan aşkı katık edilmiş. Ancak şimdilerde o taşlar kırık dökük ve yamaçlarında, sokak çocukları uyur. O asırlık taşlar onlara analık yapar. Sımsıkı sarılarak. Sanırım en büyük hüzün o taşların yüreğinde yaşar.
Ve saraylar ve köşkler, onlarda içlerinde yaşanan bütün sevinçlerin, bütün hüzünlerin, bütün gelmiş geçmişlerin seslerini ruhlarını barındırırlar. Hani şato hayaletleri falan vardır ya çocukken çok okurduk kitaplarda o zaman düşünmezdik ama çok heyecanlanırdık.
Ve duvarların ve eşyaların bizim kadar geniştir yürekleri yalnızca onlara bakmayı bilelim. Şimdiler de? Hayalet avcılığındayım. Bakarken duvarlara dalıyorum içlerine giriyorum taşların yüreğinin. En çok haykıran duvarlar zindan duvarları, canhıraş feryatları duyuluyor arştan. Biriktirmişler ne acı sözleri ve kan damlalarını yutmuşlardır? Ne kadar huzursuz, ne kadar üzgün, ne kadar kocaman bir hüzün taşıyıcısıdır o yorgun, yara bere içinde kalmış duvarlar! Ne garip! O duvarlarda bitkiler yeşerir, sanki inadına, inadına serin bir soluk gibi. Ve o yeşillikler bütün taş duvarlardan fışkırır. Muhakkak sizin de dikkatinizi çekmiştir, yıkıntılarda yükselen zarif yeşillikler.
Ve sevgili okuyucularım. Konser salonları vardır “ohhh” onların keyfi bir başka, ne gelmiş geçmiş müzisyenlerin müziğine eşlik etmişler, ne oyunlara ev sahipliği yapmışlar sayısını onlarda bilmez. Ancak duvarları kalınlaşmıştır her telden müzik sesi ve alkışlardan. Onlarında hüzünleri vardır kuşkusuz. Yiten canlar için için ağlarlar.
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım geçenlerde sağlık gezisinde idim demiştim arkadaşımla. Afyon Karahisar’da. Orada da tarihe tanıklık etmiş eski binaları aradım, ara sokaklarda savaştan çıkmış yaşlı hüzünlü ve yalnız binalar. Çokça resim çektim. Bu yüzden otobüsü kaçıracaktık.
Ve sevgili okuyucularım, ne basıp geçtiğimiz toprağı ne baktığımız, yaşadığımız mekanları, ne taşı ne de hayvanı, bitkiyi incitmeyelim, düşünelim ki hepsinin bir yüreği var, bir hayatı ve öyküsü ve kaderi, hepsi hüzün taşır içinde, aynı zamanda sevinçte. Ve şimdi sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım hep birlikte ayrımsız gayrımsız. Yase
Günün Şiiri
Hüzün Geldi
Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Al damar, mor damar, şah damar sustu
Bahçeler put kesildi birer birer
Meyveler salkım saçak taş.
Bir bulut uçardı
Başı boş bedava
Yandı kül oldu.
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.
Ağaç büyür arkasında koşamam
Kervan yürür peşi sıra düşemem
Yıldız akar uçsam da yetişemem.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Sevgi Üstüne
Bütün kitapları yakmalı
Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır
Kitaplara göre insan
Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş
Gözleri, yüreği kamaşmış insandır
Aptaldır, hastadır, kahramandır
Bütün kitapları yakmalı
Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır.
İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler
Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar
Bir tek meyve veren dalı keserler
İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı
Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli
Bir tek meyve veren dalı kesmeli
İnsan dediğin derya misali
Üstünde milyonlarca dalga
İçinde kıyametler kopmalı
İnsan dediğin derya misali
Uçsuz bucaksız olmalı.
Gel çıkalım sevgilim gel
Gel kurtaralım birler hanesinden
Çekelim gidelim bir uçtan uca
Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar
Sevelim sevelim sevelim
Sevebileceğimiz kadar
Bedri Rahmi EYUBOĞLU
Günün Fıkrası
Temel bir gün Japonya’dan bir gözlük alır, gözlükte ne gözlük..Takınca karşıdaki kişileri elbisesiz gösteriyor, takıyor karşıdaki elbisesiz, çıkartıyor elbiseli.. İyi der Fadime’ye sürpriz yaparım diye düşünür, eve gelir gözlüğü takar, Fadime’yle Sütçü çıplak, çıkarır Fadime ile sütçü yine çıplak, tekrar takar, çıkarır.. Fadime sorar ne oldu diye. “Sorma Fadime der, bir gözlük almıştım ama hemen bozuldu mübarek…”
Günün Sözü
Eğitimin amacı, kafayı bir rezervuara çevirmek değil, onu canlı bir çeşme haline sokmak olmalıdır.Yalnız içeriye pompalanmakla dolan bir kafa, dışarıya pompalamakla derhal boşalabilir.
M. Mason