Gam Gördün mü Bağışlanma Dile… Mevlana

0
107

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah?

İnleyen dolap gibi gözlerinden yaşlar saç da can alanında yeşillikler bitsin. Ağlamak istiyorsan gözyaşı dökenlere acı; Acınmak istiyorsan sen de acı aşıklara. Mevlana

Gam gördün mü bağışlanma dile;

Çünkü gam, yaptığı işi yaratıcısının buyruğuyla yapar.

Tanrı isterse gamın ta kendisi neşe olur; 

Ayak bağının ta kendisi hürlük kesilir.

Ey oğul, gözünü açarsan yumuşaklık suyunun da Tanrı buyruğuyla var olduğunu görürsün, öfke ateşinin de.

Mevlana böyle diyor. Ve bendeniz bu sabah düşünüyorum sadece. Ve kıssadan hisseler paylaşmak istiyorum.

Hiç Hayallerinizden Sıfır Aldınız mı?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.  Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,  tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı. “Neden “0” aldım?” diye merakla sordu hocasına, çocuk.. “Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal” dedi, hocası.. “Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız” ve ekledi: “Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”

Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. “Oğlum” dedi babası “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!.”

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.. “Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin” dedi.. “Ben de hayallerimi..”…..

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine “Bak” dedi, “Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah’tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.”

& & & & &

Kıssa’dan Hisse

Sultan Murad Han o gün bir hoş”tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:  “Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”

“Akşam garip bir rüya gördüm.” “Hayırdır inşallah?” “Hayır mı şer mi öğreneceğiz.” “Nasıl yani?” “Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.”

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; “Kimdir bu?”

Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma” derler. “Ayyaşın meyhusun biri işte!..” “Nerden biliyorsunuz?” “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz…”

Bir başkası tafsilata girer; “Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..”

Hele yaşlının biri çok öfkelidir; “İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?”

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu: “Nereye?” “Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.” “Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem… Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.”

“İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” “Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.” “Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” “Mollalığa devam… Naaşı kaldırmalıyız en azından.” “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” “Basbayağı kaldırırız işte.” “Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini…” “Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.” “Şurada bir mahalle mescidi var ama…” “Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?” “Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…” “Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…”

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza… Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

“Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba…” “Nasıl yani?” “Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?” “Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.”

Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. “Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.”

Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar… Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından… “Biliyor musun oğlum?” diye dertli dertli söylenir… “Bizim efendi bir âlemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapar… Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!” “Niye?” “Ümmeti Muhammed içmesin diye…” “Hayret…” “Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek… O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara… Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum…”

“Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…” “Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli…” “Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?” “İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya…” “Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada…” “Doğru, öyle ya?” “Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?” “Peki o ne dedi?” “Önce uzun, uzun güldü, sonra; Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?”

Ve kıssalardan hisse alma sabahı bu sabah. Ve şimdilik  sağlık, sevgi birlik ve beraberlik içinde kalalım diyorum sevgili okuyucularım. Yase

Günün Şiiri

Eski Bakır

Bir çığlığın içinde yakalıyorum seni

kaç kez İstanbulsu,

parıldayan, ısıtan, yakan bir alev gibi.

Üstünde uzun, pis, yalnız sokakların yağmuru…

Odaların, merhabaların, gülücüklerin sıkıntısı

tramvayların, vapurların sıkıntısı

yitmiş aşkların, yitecek aşkların

aynı vazoların, aynı öğütlerin, aynı yasakların sıkıntısı.

Yakalıyorum, öpüyorum, avutuyorum.

Karanlık etini kemiriyor,

vaktimiz kısa,

düşlerimizi kolluyorlar durmadan

durmadan kovuşturuyorlar.

Mendilimi ıslatıp alnına koyduğum

suyundan içtiğimiz hayat çeşmesi,

yalnız – geceler boyu uzanan kadını bakırlarda

durmadan horluyorlar.

Geyiğim, saklım benim.

bakma arkana, ne olur, aldırma,

onulmazlığımızdan büyük yapılar kurduk

horlandıkça aşkımız, derya.

Vaktimiz kısa,

karıncalara, rüzgârlara, sulara dokunmak

uyanan toprakları bilmek gerekiyor.

Ormanlar görmüş dolunayın tılsımını

ağlamayı utanmadan

dövüşmeyi bilmek

tırnaklarınla tutunmayı bilmek gerekiyor

aşağılandığımız, kollandığımızı bilmek gerekiyor.

Kapa tunç kapıları gece

Soğukta, kırgın, parasız milyon kişi.

Geyiğim, saklım benim,

ölüm dayanmadan kapıya

sev, öp, yitir beni.

Ahmet OKTAY

Günün Fıkrası

Yolcular uçağın yanında otobüsten inmişler.. Bavullarını gösteriyorlar. Bir bakmışlar uçak şirketinin minibüsü yanlarında durmuş. İçinden kaptan pilotla, yardımcı pilot inmişler.. Yolcular fena halde şaşırmışlar.. Nasıl şaşırmasınlar.. Kaptan pilotun elinde bir beyaz baston… Kolunda üç noktalı bant.. Yardımcı pilotun elinde bir köpek tasması.. Tasmanın ucunda bir Köpek.. Sağa sola çarparak öyle ilerliyorlar uçağa.. Günlerden bir nisan değil ama, “Şaka herhalde” demiş yolcular, doluşmuşlar uçağa.. Uçak pistte hızla ilerlemeye başlamış. Yolcuların gözleri camda, uçak hızlanmış.. Yolcular endişelenmeye başlamışlar.. Uçak daha hızlanmış. Pistin sonu hızla yaklaşmaya başlamış.. Uçak iyice hızlanmış.. Bazı yolcular paniklemiş dua etmeye başlamışlar. Uçak son hıza ulaşmış. Bu arada pistin sonuna da ulaşmış. 10 metre sonra betonun bitip çimlerin başladığını gören yolcular dehşet içinde çığlığı basmışlar.. Tam o anda da kaptan pilot levyeyi sonuna kadar çekmiş.. Uçak tam pist biterken tekerleklerini yerden kesmiş, havalanmış. Kaptan pilot arkasına yaslanmış. Derin bir nefes almış ve yardımcı pilota dönmüş: “Biliyor musun?” demiş, “Bir gün çığlık atmayacaklar ve hepimiz öleceğiz!”

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here