Bizden Habersiz…

0
83

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Eylül bitmek üzere tuhaf yaz, yeni başlıyor sanıyorum oysa. Yeni sıcaklaşıyor, yeni terliyor gibi. Zamanı mekânı kaybettim sanki…

Dünya kan revan içinde herkes birbirini tehdit ediyor: tehditler kuru sıkı mı? Hiç sanmıyorum. Kimyasallar tonlarca duruyormuş bir köşede.

Ve huzursuz olan huzursuz eder. Bu bir etki tepki meselesi. Ve komşularımız kan revan içinde ve bundan kısmen bizi  sorumlu tutuyorlarsa ve bizi tehdit edebiliyorlarsa vatandaşlarının yarısından çoğuna ev sahipliği yapıyor olsak ta ve bu tehditlerden dolayı şahsen kayıtsız kalmamız olası değil çok ama çok endişeli ve gerginiz doğrusu.

Ve sevgili okuyucularım hayat garip bir biçimde hızla akmaya devam ediyor. Savaş rüzgârları eşliğinde. Kişisel bütün savaşlarda onların peşinde… Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte diyorum. Yase

Ve bir hikaye olsun bugün dağarcığımızda…

Kimsesiz

Her şeyin var olduğu dünyamızda kocaman bir boşluğun içinde olan çocukların neler yaşadığını hiç düşündünüz mü? Daha bir aylık, iki, üç, beş aylık bebekler… Her şeyden habersiz… Sosyal-kültürel veya ekonomik… Nedeni ne olursa olsun, etrafımızdaki tiner çeken, dilendirilen, kapkaççılık, hırsızlık yapan çocuk veya gençlerin artması karşısındaki tedirginliğimiz yadsınmıyor. Bu rahatsızlığın azaltılması yönünde yapılacak çok şeyimiz olsa gerek… Devletin bu konudaki hassasiyeti kadar, toplumsal duyarlılığın olması da çok önemli… Çünkü bu sorun sadece bir kesimi ilgilendirmiyor. İç içe hepimizi doğrudan ta başından ilgilendiren bir konu. “Sokak çocuklarına” bir “sokak kedisi” gibi bakmadan algılamayı öğrenmek, ileride yeni sorunlar doğurmayacak, sokaklarımız ve bu çocuklar daha güvenilir olacaktır.

Sokaklardaki bu kendi hallerinde yaşayan tiner çekerek kimini öldüren, kiminin parasını çalan bu çocukların, gençlerin düzenli bir aile ortamı hatta ailesi olduğunu söylemek mümkün değil. Durumun önemini kavramakta ne kadar gecikirsek, hem bu kesimin çoğalmasını sağlarız, hem de istenmedik olaylarla daha çok karşı karşıya kalırız.

Geçenlerde; kimi zaman bir cami avlusuna, kimi zaman bir bank üzerine terkedilmiş bebeklerin veya daha büyük yaşlarda getirilip bırakılan çocukların yaşadıkları yurtlardan sadece biri olan Ankara’daki Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Atatürk Çocuk Yuvası’nı ziyaret ettik. Türk Telekom personelinden bazıları burada yaşayan kimsesiz çocukları bir nebze olsun sevindirmek için giyecek ve oyuncaklardan oluşan hediyeler alarak yurda gittiler. Yurda gidene kadar her şey normaldi. Kimsesiz çocuklara gidiyorduk sadece. Gidiyor olmak normaldi de kapıdan içeri girince her şey birden değişiverdi. Daha bir aylık iki, üç, dört, beş aylık bebekleri gösterdiler: İnsan yüreğinin dayanamadığı görüntülerdi. Dünyadan, olup bitenlerden haberleri yoktu. Kimi uyuyor kimi de boş boş bakıyordu. Ne kadar güzeldiler. Bu bebeklerin geleceğine ilişkin kaygıları bir film şeridi gibi kafamdan geçirdiğimde donup kalmıştım odada tek başıma…

Daha sonra başka gruplardan oluşan bölüme götürdüler bizleri. Yaşları 4-7 arasında bulunan çocukların odasına girince olan oldu. Bütün çocuklar kimi görse “annem gelmiş” diye boynuna sarılıyor ve hiç bırakmak istemiyordu. Ardından daha kötüsü oldu… “Annelerini” sevdikten sonra belki de baba kokusu alacakları kişiye, bana gelmişti sıra. Saldırıya uğramıştım. “Baba, baba” sesleriyle inliyordu her yer. Ne yapacağımı şaşırmış bir durumda bir onu kucaklıyor bir ötekini kucaklıyordum. Her anlamda yorulmuştum. Ama onlar hala bırakmak istemiyorlardı. Öpüyor, öpüyor öpüyorlardı… Sarılıyorlardı. Daha fazla duramadım ve kendimi dışarı zor attım. Sigara içmeye başladım. 7 veya 8 yaşlarında bir erkek çocuk geldi içeriden yanıma. Onu sanki içeride görmemiştim. “Buraya ilk gelişiniz mi” dedi. “Evet” dedim. Adını sordum, tanıştık. Anlatmaya başladı: “Bizleri zaman zaman koruyucu aileler alır götürürler bir-iki günlüğüne. Sonra dönmek istemezsiniz.” “Neden, burada iyi bakmıyorlar mı size?” “O aileler daha iyi bakıyorlar. Güzel, değişik yerlerde dolaştırıp çeşitli yiyecekler alırlar bize. Ben çocukların içinde en büyüğüyüm. Siz de mi bizi alıp gezdireceksiniz.”

Ne evet diyebildim ne de hayır. Bir kelime dökülmedi dilimden. Adı Fatih’ ti… Bu ismi de büyük bir olasılıkla yurt vermişti. Hiç değilse bir adı vardı. O benim göz bebeklerimin içine bakarken, ben gözlerimi kaçırdım. İlk kez yaşadığım böyle bir durumda kendimi suçlu hissettim. O anda ona “evet” mi demeliydim? Çünkü Fatih’in beklediği cevap oydu. Ezildim, yüreğim burkuldu , o kadar farklı bir durumdu ki… Yukarıda daha kaç tane Fatih gibi duygularda olan çocuk vardı… Fatih hepsinin adına konuşuyordu sanki benimle.. Fatih’e ikinci kaçamağımı “ben yukarı çıkıyorum” demekle yaptım. Aslında ne yapacağımı da bilmiyordum. Arkadaşlar getirdikleri giysileri tek tek kendi elleriyle giydiriyorlardı çocuklara. Burada tam bir bayram günü yaşanıyordu. Çocukların sevinçleri koridorları inletiyordu. Fotoğraflarını çekerken, kapının önünde Fatih’in konuşmaları aklıma geliyor. Derken anne gibi sarılıp kokladıkları arkadaşlardan sonra yeniden bana yöneliyor çocuklar. İşte o zaman benim şaşkınlığım iki katına çıkıyor, adeta depremde enkazın altında kalıyorum, duygularım beni fazla ele vermeden arkadaşlara “dönüyor muyuz” dediğimi hatırlıyorum.

Buraya gelmeden önce ne yaşayacağını bilmeyen bizleri şimdi daha zor bir durum bekliyordu: Gerçek ana babalarını belki de hiç tanımayan bu çocukların o kısacık sürede bize üstlendirdiği sorumluluğun yükü ağır basıyor… Ben, “Fatih başka neler söylemek istemişti acaba” diyerek düşüne duracağım. Belki Onu büyümüş bir meslek sahibi olmuş olarak göreceğim. Ama bir yandan da kendi çocuğumun ne kadar şanslı doğduğunu düşündürüyor Fatih bana… İyi de bu çocukların günahı neydi?! Neden onlar da şanslı değildiler?! Hele o minicik pamuk elli bebekler… Neden onlar ana sütünü, sıcaklığını ve baba şefkatini görmesinler?! Onları o kadere terk eden anne-babası ne kadar suçlu, biz ne kadar suçluyuz? O çocuklara oyuncak, giysiler alıp ve lunaparklara götürerek kısa süreli sevinçler yaşatabiliriz. Ama gerçek ana babasının yerini doldurabilir mi bu yapılanlar? O yurdun kapısı belli ki herkese açık. Ve bizden sonra da oraya gidenlere de sarılacak bu yavrular. Anne ve baba sesleri yine çınlayacak. Ve sorular sorulacak. Kaçamaklar yaşanacak. Asıl önemlisi ne zaman gerçek ana-babaları onları koklamaya, sevmeye ve oradan alıp götürmeye gelecek… Gelecekler mi?

Günün Şiiri

Benim Bu Şiirimi Yüreğinle Ezberle

Benim bu şiirimi yüreğinle ezberle;

kitaplar yalnızca geçmişten küçük bir zaman

ve ödünç aldıkları, geçmişin izini taşımakta,

Macar sınır muhafızlarının yaktığı,

kütüphaneden kaçmış, sırtından vurulmuş,

kağıtları kurumuş, buruşuk ve çatırdamış,

kurtlar yemiş, tozlarla örtülü,

ya da yavaşça karartmakta ve kendini tutuşturmakta

tırmanırken Fahrenheit

451’*e, nasıl da sarıyor sıcaklık

kasabanızı kaplarken alevler  her yandan.

Benim bu şiirimi yüreğinle ezberle.

Benim bu şiirimi yüreğinle ezberle.

Geleceğin kitapları uçacak ve bulacaksın

orada ne şiir ya da ne de dize

ya da otomobil ya da otobüs için benzin

-ya da cenaze arabasına-

ne keyif için içki yaşlanmaya

içki dükkanları yıkılmış ya da kilitli,

para yalnızca ödeşmekten vazgeçmek için,

o gün dilin kilitlendiği için

TV ciddi ciddi yayın yaparken

Ölüm saçan ışınlar yerine moda filmleri

ve ne bir can yardım etmekte

ve ne de her şey son ermekte

ama usunu sarmalayan aklın,

bulacak bir boşluk bu dizeler arasında

ve benim bu şiirimi yüreğinle ezberle.

Benim bu şiirimi yüreğinle ezberle;

ezberle onu bu kokuşmuşluk sürüp giderken

ki çürümenin kokusu yataklarından saçılırken,

emekçiler ordusu kusarken

ve yeryüzünün her yanını kaplarken,

öldürülürken tüm göller ve göletler,

Yıkılış yükseldi koltuk değneğinden destek alarak,

kara mürekkep yaprakları her dalda;

arıtılmamış çalkalama suları Hazan’ın boğazında

ve şafağın esintisi zehirli, koy

yüzüne gaz maskeni ve dize

dize karşı koymaktadır benim bu şiirim.

Benim bu şiirimi yüreğinle ezberle

sanki, ölü, ben hâlâ sorumluyum çağımdan

sen dayanamazken evinde

susuz, ışıksız ya da gazsız kalmaktan,

ve düşe kalka bir mağarayı bulmaya çalışırken

kökler, meyveler, yemişler hâlâ yaşamakta,

bulacaksın bir sopayla, bulacaksın iyice,

bir diş kara, ve eğer o sararsa,

Öldürür sahibini, cesedini yer.

Yorularak yürüyeceğim ikircikli adımlarının ardından

virane yıkık kayaların arasında,

Fısıldayarak “Sen ölüsün, sen bittin!

Nereye gidebilirsin? O ruh senin

donuk toprağın kasabanı terk ederken.”

Benim bu şiirimi yüreğinle ezberle.

belki bir sen kalacaksın, yeryüzünde,

her şey bitmiş olacak ve sen, aşağıda,

sığınağının derinliklerinde, sor bakalım

zehirli hava sızmakta mı aşağıya

kurşun ve beton katları arasından. Hiç

bir iz kalmış mı İnsan’dan

nasıl gerçekleşmeli bu son?

Huzurlu sözcükler mi sana Söylediğim?

Ekleyebilecek miyim aklını doldurabilecek miyim

hesapsız yıllar için, zulmedici karanlığın

körlüğü arasından, acı ışığın,

uzayan ölümün ve bitti işte, acım

Ve eskil gözler gözler mi seni hâlâ?

Var mı orada bana söylemek istediğin

bir şey, zamanın düzenleyen yüzü,

Bulamayacak ne yaşamı ne zamanı?

Unutmalısın benim bu şiirimi.

György FALUDY

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here