Yazma Sevincimiz Bile Kalmadı

0
83

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yeni hükümet kurma çalışmaları nerdeyse sonuna gelmek üzereyken CHP ve MHP’de sular durulmuyor. HDP’de aynı şeyler var. Güne yansıyan Selahattin Demirtaş’a yönelik saldırı idamları falan derken ortalık karışık yine. Bu yetmezmiş gibi Mehmetçiğe yeni bir saldırı daha, yaralılar var. Suriye’de Türkmenlerin zor durumları ve vahşileşen dünyada bitip tükenmeyen her sözün bittiği yer dediğimizde yeni bir sözün başladığı bu günlerde yurtta, oda arkadaşının boğazını kesen öğrenci, kıyıya vuran çocuk cesetleri, mültecilerin bitmeyen acı dolu  çileleri. Dünya on yıl içinde deliye döndü resmen. Ve biz, bir zamanlar nasıl yazılar yazıyorduk? Unuttuk. Şimdi, bunları yazmayı değil, o anları yaşamayı bile unuttuk! Bize bu güzellikleri unutturanlar utansın… Çok değil 2011 yazısı bu. Ne kadar kaygısızmışız ki, “özgürce düşünmek güzel” diye başlık atmışız. Şimdi ne özgür düşünüyoruz ne de özgür yazıyoruz. Çünkü yazma sevincimiz bile kalmadı.

Özgürce Düşünmek Güzel

Bu sabah düşünüyorum, düşünerek uyandım daha doğrusu. Ne mi düşünüyorum? Biliyorum? Demek bazen insanlar “bilmiyorum” dedikleri şeyleri de düşünürlermiş! Aslında evde  ve kasım ayında olmak. Bu günkü düşüncelerimin çıkış noktası. Bu sabah çocukların sesine uyandım okul bahçesinden gelen. Uğultu gibi sonra “hazır ol” diyen  sert bir ses hepsini susturdu. Ardından  “rahat” dedi aynı sert ses. Ve o an o çocuklardan biri olmadığım için garip bir sevinç duydum. Ne garip, okullu iken bize doğal gelirdi bu komutlar. İtaat etmek  kaçınılmazdı, kimsenin aklına da  gelmezdi zaten  itaat etmemek gibi bir şey. Bugün de  durum aynı, biz nasıl  düşünmeden itaat ettiysek bizden sonrakilerde aynı şeyi yaptı ve yapıyor? İlla böyle mi olmalı her sabah?  Bilmem belki?  Belki düzen böyle sağlanıyor?

& & & & &

Kahvemi yaptım ve çocukluğumdan beri sığındığım köşeme, çocukluğumdaki koltuğuma. Kahve fincanını masaya bırakırken “yedisin de neyse yetmişinde o” dedim. Aynen Rızkullah babaya dediğim gibi. Kendi kendime azıcık hayret ederek… Havalar sıcağı  kırdı  sırtımda ürpermeler başlattı ya, her zamanki köşeme  döndüm. Aslına dönmek gibi bir şey bu? Ve şükrettim  yine aynı köşede elimde kahve fincanım, sağlık ve afiyette ve güven içinde olabildiğim için. Aslında yalnızca bu koltukta ve en ücra köşede olmak bile sonbaharın geldiğinin en açık ve net habercisi. Yazın o koltukta ve o köşede oturup düşüncelere dalarak  kahve içmek, ancak bir hayal olabilir bizim güneşten kavrulan evimizde. Ve bu sabah aynı yerde, eski bir dostla buluşmuş gibi algıladım kendimi. Her yaz dönüşü, bıraktığım yerde bulduğum sevgili, şefkatli bir  dost…

Büyük bir zevkle bıraktım kendimi kucağına.  Kahvemi her zamanki gibi avurtlarımı  yakarak sıcak, sıcak yudumladım. Okuldan gelen seslerde kesilmişti. Ve sokakta çıt yoktu. Evde de çıt çıkmıyordu. Yalnızca kahvenin o tertemiz iştah kabartan nefis kokusu özgürce dolaşıyordu odaları. Eğer mutluluğu tarif edin deselerdi “tamda şu an” derdim. Ama o anlar hemen değişebiliyor. Sessizlik  sese, mutluluk hemen mutsuzluluğa  dönebiliyor.

Elim yüzümde, gözüm  perdenin minelerinde, düşüncelere  dalmış vaziyette kalabilirdim eğer telefonlar olmasa, eğer evde birileri uyanmasa, eğer sokakta ses olmasa. Ve eğer büyü bozulmasa. Ancak hayat akıyor.  En gerçek ve acımasız büyü  hayat… Ve  bu acımasız gerçek büyü akarken içinde olmalıyım. Yoksa   koşsam da arkasından, yetişemem.

& & & & &

Tatlı bir meltem esiyor şu an yazlık cenahta, bilgisayarım dizlerimde  yazımı yazarken, komşularda pişen mevsimlik yemeklerin kokusu geliyor burnuma, sarımsak ve nane ile pişen bamya kokusu. Fırınlanmış patates, yine fırında pişmekte olan bol soğan, kekik ve kimyon aromalı tok bir koku, balık kokusu. Sıcak ve güven veren kokular bunlar. “Neden güven?” Ev kokusu sanki… Bundan olabilir mi? Ve belli ki öğlen olmuş. Zaten okul zili çaldı. Çocuklarında sesi gelmeye başladı. Ant içiyorlar. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek. Birazdan curcuna kopacak sokakta. Servis araçları motosikletler, bisikletler ve özel arabalar birbirine girecek. Sokak kenarına park eden araçlarda yolu darlaştırdığı için kimse kimseyi de beklemediği için Arap saçına dönecek trafik. Bu görüntüler ve sesler ve curcuna, bıraktığımız yerde  yeniden bulduğumuz eski sıkıcı, kavgacı arkadaşlar gibi.

& & & & &

Daha yeni gelmişken, uzaklara gitmek?

Ve kader. Ve aslında zayıflık!!!

Ve hayat sadece “nefes” değil.

Ve gitmek her zaman kaçmak değil.

Ve şimdilik gitmek zamanı sayfamdan ve hoş çakalın demek zamanı… Sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Yase

Günün Şiiri

Yüzün

Güz sabahı buğusunda bir salkım üzüm mü avuçlarımdaki ne?

Ayışığı yansıyor yüzüne.

Ben böyle bulutsu yüzü, ben böyle ışıksı yüzü

bir onyedi yaşındakinde gördüm,

bir de şimdi düşümde.

Aziz Nesin

Yuva

Yan yana geldikçe daha uzak

Birlikteyken daha kimsesiz

Bir ağırı sızım sızım yeri belirsiz

O da yalnız

Ben de yalnız

Acılar tütüyor bacamızdan

Görünmeyen taş duvarlar örmüşüz

Duvar olduk kendimize kendimiz

Ne yana dönsek

Kendimize çarparız.

Aziz  Nesin

Ölüme Eğilmek

Uyumaya değil

Rüyalarıma gidiyorum

Orada yaşayacağım isteğimce

Uyanıkken hiç yaşayamadığım

Hepsi de gençti güzeldi

Sevdim sevildim diye aldanarak

Son gördüğüm onlar olacak

Bunca yıldır sevgiye dayanamadığım

Ölüme değil

Sonsuzluğa gidiyorum

Orda dinleneceğim gönlümce

Yaşarken hiç mi hiç dinlenemediğim

Kalemim yine elimde

Kağıtlarım da önümde

Son uykusunda düşecek başım

Sağlığımda hiç eğmediğim

Aziz NESİN

Son İstek

Bitki olacaksam

Çayır çimen olayım

Aman baldıran değil

Yol altında kalacaksam

Gelin arabaları geçsin üstümden

Çelik paletler değil

Üstümde çocuklar koşuşsun

Ne kaçan ne kovalayan

Askerler değil

Kerpiç yapacaksanız beni

Okullarda kullanın

Cezaevlerinde değil

Soluğum tükenmez de kalırsa

Islık öttürsünler

Aman ha düdük değil

Kalem yapın beni kalem

Şiirler yazan sevi üstüne

Ölüm kararı değil

Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında

Sakın ola ki

Silahlarla değil

Aziz NESİN

Günün Fıkrası

Bir gün bilim adamları mağarada 1.580 yaşında bir insan fosili bulurlar ve bu fosili dünyanın istihbarat teşkilatlarını denemek amaçlı kullanmaya karar verirler. Önce Japon’ların istihbaratı mağaraya girer ve 15 dakika sonra dışarı çıkarlar ve bu fosilin yaşı 1.400 ila 1.600 arasında derler. Daha sonra Amerika’dan FBI girer ve 12 saat sonra baya bi havalı şekilde çıkarlar. Bu fosilin yaşı 1.500 ila 1.600 derler.

Daha sonra Rus’ların istihbaratı gelir ve sırf Amerikalılara inat içerde 2 gün kalırlar. Daha sonra çıkarlar ve derler ki bu fosilin yaşı yaklaşık olarak 1.500 ila 1.550 arasında derler. Son olarak bizim M.İ. T girer ve aradan bir hafta geçer mağaradan ses yok 1 ay olur ses yok 1.5 ay olur ses yok, dışarıda bir gazeteci topluluğu beklemeye başlar tam içeri girilmesi düşünülürken bizimkilerden biri dışarı çıkar. Yaka paça dağılmış gömleğin yarısı dışarıda…

Sigarası için bir ateş ister sigarsını yakar o sırada gazeteciler heyecanla sorarlar. “-İçeride çalışmalar nasıl efendim fosilin yaşını bulabildiniz mi? Bizimki sigaradan bir fırt çeker ve: “-Fosilin yaşı tam olarak 1.580 der. Bunu duyan gazeteciler şaşkınlıkla sorarlar

-Nasıl becerdiniz bunu fosilin yaşını tam olarak tahmin ettiniz derler. Bizimki sigaradan derin bir nefes çeker ve derki

“-Zor oldu ama “KONUŞTURDUK”

Günün Sözü

Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise tek bir yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşayamamış olmakta…

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here