Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Keyifsiz bir sabah… Sıkıntılı… Adamların işi gücü yok kadınlara takmışlar kafayı, soyulmuş domatesten teşhir ürünlerine, pantolon giyenden kaşını alana kadar her şeyleri ile uğraşıyorlar. Cehalet ne kadar kötü bir şey ya! Üstelik karanlık çamurdanmış yüreğiniz. Siz gerçekten dininde, imamında amacı kışkırtıcılık ve kötülük olmayan birileri olmasaydınız. Kadınlara ve giysilerine bu kadar ilgili olmazdınız. Demek aklınız fikriniz bozuk ne yazık? Aslında terbiyem müsaade etmiyor, aklımdan geçenleri yazmaya. Ancak şunu sorabilirim “kim bu adamlar, bu cesareti kimden alıyorlar, kendilerini kim sanıyorlar ya?”
Allah onlara bir yetki mi verdi. Evvel ve ahirin olan sevgili peygamberine bile “seni onların üzerine vekil kılmadım” diyen Allah onlara yetki mi verdi? Bu nasıl bir aymazlık, bu nasıl bir kışkırtıcılık… Gerçek din ve dindarlar bir elin parmakları kadar kaldı. Bu yobaz ve kendini bilmezler dinin yerine hurafeleri oturttu gidiyor, bir Allah’ın kulu da kadınlar dahil “çekin iğrenç ellerinizi üzerimizden” demiyor… Ancak bütün bunları söyleyenler arasında ne yazık ki kadınlarda var. Kendilerini domates karpuz teşhir ürünü olarak nitelendiren… Onlar kime, neye, hizmet ediyor bilmiyorum.
Zamanlarını şunun bunun giysisinden kaşından, gözünden alabilirlerse azıcık çalışsınlar azıcık okusunlar. Gıybet yapmanın aslında kardeşin ölü etini yemek olduğunu öğrenirler belki kutsal kitaptan. Onları kendi vicdanlarına havale ediyorum, bütün insanlık adına. Kendi hesabıma. Kaşımı almam, dar giyinmem, başımı bağlayıp dudaklarımı koyu kırmızıya boyamam, sigara içmem, bunlar kendi tercihim, istersem yaparım, tarzım bu ama bunları yapanları da görmem, görüş alanımın içine almam ve yaftalamam, yaftalayanlara da kızarım ve kendime yapılmış addederim. Kimse kendine yapılmasını istemediği şeyi yanındakine yapmasın en temel kural bu.
Ve sevgili okuyucularım çok az okuyoruz, çok az biliyoruz ve ne yazık ki bunu bilmiyoruz. Sağlıkla, sevgiyle kalalım, okuyarak, gıybetten kaçınarak ve konuşmanız gereken yerde susmayarak. Ancak her şeyde olduğu gibi haddimizi ve yerimizi bilerek, birlik ve beraberlikle ayrımsız gayrımsız. Yase
& & & & &
Simit Tatili
Derin bir uykudayken bacaklarımın üşüdüğünü hissediyorum. Soba söneli çok olmuş anlaşılan. O kadar üşümüşüm ki bacaklarım sanki benden değiller. Sonra sımsıcak yorganın içine çekiyorum bacaklarımı, dizlerimi kıvrılıyorum minik bir kedi gibi yorganın içinde.
Gıcırdayarak kapı açılıyor birden, içimden dua ediyorum; İnşallah kapıyı açan annem değildir. Ama dünyanın en karşı koyulmaz sesiyle bir ses geliyor kulağıma “Hadi oğlum uyan, hadi canım benim, hadi kuzum, bak geç kalacaksın.” diye tekrarlanan kelimelerle beraber uyku daha da bir şiddetleniyor gözlerimde. Kendimden geçmek geliyor içimden, bu uyku ne tatlı bir şey böyle. “Anne! Ne olur biraz daha.” diye yalvarıyorum anneme. Ama çaresiz kalkmak zorundayım. Kalkarken sitem dolu homurtuyla, ağlamaklı bir sesle konuşuyorum “Ya! Zaten çok üşüdüydüm, daha ısınamadım bile, hemen kalk dedin yaa!” diye mızmızlanıyorum çocukça.
Yüzümü soğuk suyla yıkarken burnuma çıra kokusu geliyor ve titreye-titreye sobanın başına geliyorum. Soba daha ısınmamış ama o çıkardığı ses bile içimi ısıtıyor. Annem bir bardak çay bir dilim ekmeğe sürülmüş yağ ve birkaç zeytin getiriyor ve saate bakıp“hadi hemen ye de geç kalma, yoksa sıranın en arkasına kalırsın” diyor.
Burası kenar mahallede tek katlı, kireç boyalı, geçim derdi olan yüzlerce evden biriydi sadece ve o saatlerde uyuması gereken birçok minik beden uyandırılıyordu sabah ezanıyla beraber. Burada çocuklar belli bir yaşa geldiğinde simit satmak ya da boyacılık yapmak zorundaydı. Geçim derdi buralarda çok küçük yaşlarda vuruyordu insanları. Minik gözler sabah ezanında simit fırınlarında açılıyordu, satacakları simitleri almak için sıra beklerken uyuklayan çocuklar “simit çıktı” diye bir sesle irkiliyorlardı. Sonra çocukça sıra kavgaları yaşanıyordu. Ne zaman ki simit fırınının sahibi bağırarak“Boşaltın çabuk fırını! Ya da sıraya geçin” dediğinde o sıcak ortamdan dışarıya çıkma korkusuyla ortalığı bir sessizlik kaplıyor ve sıranın dışına itilmiş olan en küçük çocuk, gözleri dolu-dolu, dudakları bükülmüş bir şekilde, iç çekerek sıranın en sonuna doğru ilerliyordu.
Yirmi simit alana bir yemelik simit bedava, otuz simit alana iki yemelik simit bedavaydı. Ve simit tepsisini dolduran çocuklar, her gün sattıkları simitten hiç bıkmadan, ilk olarak, verilen bedava simidi iştahla ısırarak yiyor, yeni-yeni ağaran soğuk ve boş sokaklara doğru yürüyorlardı. Sonra ince sesleriyle bağırıyorlardı “simiiitcii!” diye.
Ben simitlerimi hep erkenden satardım, arkadaşlarda beni kıskanırlardı ve “yarısını kendin yiyorsun” diye dalga geçerlerdi benimle. Bazısı hemen koşup benim yanıma gelirdi, benimle dolaşırdı. Kendisine “yanımdan ayrıl” diye uyardığımda“Oğlum sokaklar senin mi? İstediğim yerde gezerim” derdi. Sonra birisi bana “simitçi” diye seslendiğinde benden önce hemen koşardı ve “buyur abi benim ki daha gevrek daha sıcak” diye reklam yapardı. O koşunca ben utanır koşmazdım, çoğu kez de müşteri koşan arkadaşı tersler ve “ben ötekini çağırdım sen niye koştun” der ve yine simidi benden alırdı. Yine ben onlardan önce bitirirdim simitlerimi. Minik ayaklarımız basmadık kaldırım taşı bırakmazdı sabahın köründe. Saat en geç onda bitirirdim simitlerimi. O saate kadar iki tur yapar ve altmış simit satardım.
Bana da dört tane yemelik simit kalırdı. Birisini kendim yerdim; ikisini eve küçük kardeşime götürürdüm; birini ise, Yonca sokakta, mavi boyalı, yarı yıkık, tek katlı evde oturan, benden ufak bir çocuğa verirdim. Her gün camın önünde benim geçeceğim saati sabırsızlıkla beklerdi, ben gelirken yüzü güler ve ellerini birbirine vururdu. Camın kenarında tahta bir divanda yatardı, bazen ben geçerken o uyuyor olurdu, bende camı hafifçe tıklatırım ve yırtık kahverengi perde kıpırdadığında, simidi camın önüne bırakır geçerdim. Bu çocuğun adı Yusuf’tu ve yürüyemiyordu, bana yanlış iğne vurmuşlar diye her seferinde dile getirirdi. Bende duymazdan gelirdim. Yusuf hem çok konuşuyor hem de camı açık tutup içeriyi soğutuyordu. Annesi birkaç dakika sonra zaten ona bağırıyordu “Yusuf kapat artık pencereyi, içeriyi soğuttun” diye.
Simitlerimi satıp, anaparamı bir cebime, karımı öteki cebime koyduktan sonra doğru evin yolunu tutardım. Ve her gün okul başlasa diye dua ederdim. Şubat tatillerini hiç sevmiyordum hava çok soğuk oluyordu, ben çok üşüyordum ve ben bütün tatilleri sevmiyordum. Okula gitmek tatil, tatil ise yorucu bir yüktü kenar mahallenin minik bedenlerine. İşte bu yüzden canım ne zaman simit çekse gözlerim etrafta minik bir simitçi arar…
Bulduğum simitçi çocuğa sorarım “Bu gün kaçta kalktın? Kaç simit sattın?” diye, sonra aldığım simidin değerinden fazla bir bedel öderim minik simitçiye. Çoğu kabul etmek istemez ama sonra tebessümle boyunlarını bükerler ve ceplerine parayı koyarlar.
O minik simitçiler birden gözümde dağ gibi büyüyüp adam oluveriyorlar karşımda. Çünkü ceplerine parayı koyarken “bereket versin abi” diyorlar. Ben de kendimi görüyorum çoğunda. Ve o fazla parayı kendime veriyorum aslında…
Günün Şiiri
Büyük Can Dedi Ki
Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken
Can YÜCEL
Bir Cin Şiiri
Davacı zengin, davalı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa
Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa
Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı
Davacı da davalı da yoksulsa, bak,
Sade o zaman işte yerin bulur hak
Can YÜCEL
Seni Saklayacağım
Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde
Şarkılarımda, sözlerimde.
Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde.
Sen göreceksin duyacaksın
Parıldayan bir sevi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.
Bakacaksın, benzemiyor
Gelen günler geçenlere,
Dalacaksın.
Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın.
Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.
Bir gün, tam anlatmaya…
Bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım…
Anlayacaksın.
Özdemir ASAF
Umut Yaprakları
Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları,
Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,
Sararıp dökülürken güz rüzgarlarında
Ardında savrulsunlar, unut yaprakları.
Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar
Seninle yeşerdiler, seninle soldular..
Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.
Söyle Sevda İçinde Türkümüzü
Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Ayrı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
Günün Sözü
Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder de; Kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez.
Tolstoy
Dilini Terbiye Etmeden Önce Yüreğini Terbiye Et; Çünkü Söz Yürekten Gelir Dilden Çıkar.
Mevlana
Sen anılması güzel olan bir söz ol. Çünkü insan, kendisi hakkında söylen sözlerden ibarettir.