Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? İskenderun Belediyesi dün sabah işe 60 işçinin işine son vermekle başlamış duyduğumuza göre. Kolay gelsin. Mahalle muhtarının önünde bir yığılma vardı. Yılların zabıta memuru olan Mehtap hanıma sorduk “hayırdır” diye. Ondan aldık haberi. Gerçi bekleniyordu işten çıkarmalar çünkü zaten bir sürü değişiklikler yapılmaya başlanmıştı ilk günden beri ve tacizler temizlik işçilerine. Basından aldığımız haberlere göre, kutlamalardan zaman kaldıkça, tanıdık, akraba, arkadaş yıllardır belediyede çalışanların çalışma yerleri değiştirildi. Düzenleri bozuldu. Bendinizin, söyleyecek sözü yok bu durumda. Vicdanım konuşuyor. Ve şu an o çok rahatsız.
İki gündür esen serin rüzgârlar nihayet yağmuru da birlikte getirdi. Ve sokağımız yine curcunaya döndü. Milyon kez yazdım yüz milyon kez daha yazmamak için artık gidip derdimi muhtara bir kez daha anımsatayım bari demiştim. Su birikintilerinden ve suları sıçratarak geçen araçlardan korunmaya çalışarak. Ve baktık ki muhtarın daha önemli işleri varmış. Derdim sokağım değil. Zaten bu sokakta yaşamıyorum artık çünkü çocukluğumun sokağı evimin ön bahçesi iken şimdi karabasanım olmuş vaziyette. Ancak bu sokak İskenderun’un en büyük ve ilk kurulan okullarından birinin olduğu sokak. Yani saygın, tarihi ve geçmişi, saygın bir yaşamı olan Mithatlaşa ilkokulunun olduğu sokak. Çoğumuzun ilkokulu. Orada yaşama “merhaba” dedik. Gözümüz dünyaya orada açıldı. Ve şimdi çocuklarımızın dünyaya açılan ilk kapısı bu okul. Ve şimdi bu okulun olduğu sokak azıcık saygıyı hak ediyor herhalde diyorum.
Ve temiz olmayı ve her yağmurda curcuna olmamayı bunun için bir tek şey lazım; sokağı yıkın yeniden yapın demiyoruz. Yalnızca gerçekten gereken yerlere su giderleri koyun kardeşim bir sürü işe yaramayan gider var. Sular alçakta birikiyor gider yukarda. Çıkmaz sokaklara girmek için ise tuğlalardan yararlanıyor oranın sakinleri, yazık yakışmıyor bu görüntüler. Ve yazık çok yazık bunca boşa giden emeğe ve paramıza, kimse kendi cebinden ödemiyor. Halkın vergisi ile ödeniyor her şey. İki gün geç yatsa ceza alan vergilerimizden. Ve o vergilere ödediğimiz paralar “haydan gelmiyor huya gitsin.” Bu yüzden canımızda yanıyor. Ve Yazık diyoruz. Şimdi çocukluğumuzun bahçesinin, kadidi çıkmadı ama daha kötüsü oldu kirlendi kirletildi!! O “sokağımıza geldik burada ayrılalım” değimiz sokak değil.” Oh çok şükür sokağımıza geldik dediğimiz sokaktı, bizi anne kolları gibi karşılayan, saran sarmalayan…
Şimdiki durumuna içerlememek elde değil. Ve hemen hak ettiği yere gelebilmesi için çalışmaların başlatılmasını dileyerek şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte sevgili okuyucularım diyorum. Ve biz çapulcular her zaman, doğanın, doğrunun, insanın, eşitliğin ve kardeşliğin olduğu yerdeyiz. Ön yargısız ve sağduyu ile. Soma’da ve gezi olaylarında yaşamını yitiren sevgili canları saygıyla, sevgiyle, hasretle anıyoruz mekanları cennet olsun. Yase
Şubat Güneşi
Zeynep kalkarken sendeledi, ayağı takıldı, kayalara abanmak üzereyken Ahmet onu yakaladı. Kayalardan kurtulur kurtulmaz Zeynep elini Ahmet’in elinden yavaşça çekti. Aniden hareketleri ağırlaşmıştı sanki omzunda ağır bir yük varmış ve altında eziliyormuş gibi hissediyordu kendini. Onlar kendi düşüncelerine dalmış kaldırım boyunca yan yana yürürken, hava da aniden kararmıştı. Biraz önce çarşaf gibi olan deniz yeniden dalgalanmaya ve surat asmaya başlamıştı. Kaldırımda yürüyenlerde azalmıştı. Ahmet yanında ağır, ağır yürüyen Zeynep’e baktı. Annesinin kabanını giymişti, kaban hem uzun hem de boldu, omuzlarından aşağı kayıyordu adeta ama onun hiç umurunda olmamıştı. “Olsun giyecek bir şey buldum ya ona da çok şükür” demişti. Ahmet gülerek “çok komik oldun” dediğinde.
Nasılda güle oynaya inmişti merdivenlerden, adeta seke, seke yürümüştü karşı kaldırıma kadar Ahmet “seni tanımıyorum” demişti. “Seke, seke yürüyen bir kızla beni görenler ne der sonra?” Zeynep koşup koluna iyice yapışmıştı bu söz üzerine. “Hadi şimdi beni tanımada bak ne oluyor” diye kahkahalarla gülmüştü. Kendini kuş gibi hafif ve rahat algılıyordu. Her şeye ilk kez görüyormuş gibi bakmasına, kaygısızca içten gelen minik kahkahalar atmasına Ahmet hayran olmuştu. Hayatına böyle gülen birinin girmesi onu fazladan mutlu ediyordu. Kızın minik eli Ahmet’in biçimli toplu elinin içinde kaybolmuştu, temiz ve serin hava onlara çok iyi gelmişti. Çoktandır olmadığı kadar güven içinde ve mutluydu. Ahmet’in elini sıkarak, gözlerine sevgiyle durup, durup bakmıştı. Ahmet o zaman onu kucaklayıp öpmek istemişti. Ancak kız o kadar uçucu ve masumdu ki onu ürkütmekten korkuyordu. Ama sonunda kendine yenilmişti işte. Zeynep bu aceleci öpüşten çok etkilenmiş ürkmüştü. “Yoksa Zeynep’in ilk öpücüğü olabilir mi? Önceden böyle öpülmemiş olabilir mi?” Ahmet içinde garip bir sevinç algıladı. İlk olmak onu sevindirmişti. “İşte erkek egosu” diye kendini ayıpladı; ama bu mutlu olmasını engellemedi. Kıza baktı Zeynep başı önünde ağır, ağır ilerliyordu.
Yanında biraz önce seke, seke yürüyen kızdan iz kalmamıştı. İçi burkuldu. Kendine bu yüzden çok kızdı. Kıza hızla yaklaşıp elini tuttu dudaklarına götürüp öptü. “Zeynep ne olur bana dön” dedi. “Seni üzmek istememiştim özür dilerim. Üzüleceğini bilseydim öp-mez-dim-mm, yoksa yine öper miydim? Öperdim, öperdim ya, o kadar tatlısın ki.” Zeynep bu söz üzerine güldü. Ama güldüğünü belli etmedi. Ahmet kendini yiyordu yanında omuzları düşmüş başı yerde yürüyen bu küçük kız şimdi ne kadar büyük ve ulaşılmaz geliyordu ki ona! “Zeynep bana bakmayacak mısın?” diye sordu umutsuzca.
Zeynep ona bakamazdı, çünkü o Can’la yürüyordu Yeşilköy sahilinde. Şimdiki gibi bir havada. Dalgalar hızlı, hızlı kayalara çarpıp beyaz köpükler çıkararak geri dönüyordu. Abisini yeni kaybetmiş matemi yeri göğü tutmuşken sevgili Can’ı kırmamış onunla yürüyüşe çıkmıştı, zaten oda son olmuştu. Çocuk onu kanatlarının altına almıştı, aynı kaban içinde, birbirlerine sarılmış sessiz ve sakin sahilde saatlerce yürümüşlerdi. Can onu defalarca alnından gözlerinden öpmüştü. Ama bir kez bile ağzına dudaklarına yönelmemişti. Zeynep o anı aklından silmek ister gibi başını kaldırıp silkelendi. “Ne oldu Zeynepçim?” “Efendim?”
Ahmet “zınk” diye durdu kaldırımın ortasında. O durunca Zeynep’te durdu. Hayretle baktı Ahmet’e. “Ne oldu?” “Yine nerelerde kayboldun? Sana ulaşamıyorum!” “Ama buradayım işte” Ahmet’in elini tuttu. “Hadi gidelim.” dedi. “Zeynep bana kızdın mı?” “Hayır, neden ki?” “Zeynep lütfen bana bakar mısın?” “Tamam bakıyorum işte ne oldu bu ne telaş anlamadım?” “Zeynep, iyi misin?” “Ya neden kötü olayım ki iyiyim diyorum ya. Neden inanmıyorsun?”
Ahmet sinirlenmişti. “Gel sen buraya küçük büyücü” diyerek kızı ellerinden tutup kendine çekti. Yürüyüş yapanlardan bazıları dönüp onlara baktı. Bu yüzden Ahmet tam bir şey söyleyecekken vazgeçip “hadi gidip sıcak bir şeyler içelim ve kendimize gelelim” dedi. Zeynep yine içten içe gülümsedi. Arkası Yarın
Günün Şiiri
Onların Yanı Sizin
Onların, yani sizin hayatınıza
Şarkılar girmiş, şarkısız edemiyorsunuz
Şarkılar, yani barış, yani gökyüzü
Yani bazan burun buruna geldiğiniz köşebaşlarında
Sonra usul usul, yavaş yavaş kaybettiğimiz
Yani dost geldi gelecek, sevgili sevdi sevecek
Yani yaşamak adına güzel düştüğü olan
Şarkılar, yani yanıldığımız…
Sizin, yani onların hayatlarına
Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar
Allahlar, yani çarşıda, pazarda, yani evde
Yani arabalarına taş koydukları caddelerde
Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde
Yani sızlayageldiği şey öbür taraflarının
Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi korkulan
Allahlar, yani yine yanıldıkları…
* * * * * *
Ben hiç dilek tutmadım, hep dua ettim.
Ömrün ömrüme nasip olsun diye!
Neden yorgunsun sorusuna cevap aramaktan,
Ve bunu sormasınlar diye
Gülümsemekten yoruldum.
Cemal Süreya
(aynen katılıyorum özellikle bu günlerde…)
Mevlana Sözleri
Gerçek aşk’ı bilen kalp bir damla suya bile hürmetle bakar.
Cahil kişi gülün güzelliğini görmez, gider dikenine takılır.