Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bazen bazı garip olaylarla karşılaşınca “aaa yalnızca romanlarda olur sanırdım böyle şeyler” deriz. Oysa çoğu romanın ve dizilerin ve filmlerin konusu yaşanmışlardandır. Bunu da biliriz ama yalnızca yaşadıklarımızla kendimizi özleştirdiğimiz için birçok şey bizim başımıza gelmez, yalnızca romanda ya da filmin karelerinde kalır sanırız ve zengin kız yoksul erkek tiplemelerinde çoğu kez olaya tek taraflı bakarız ve yoksul gencin tarafını tutarız. Yani zayıf taraftayız. En sert, en kibirli, en zengin görünenlerimiz bile hep zayıf tarafındadırlar. Hatta gözyaşı bile dökerler, kahramanların aileleri birlikteliğe izin vermese ve ayrılmak zorunda kalırlarsa falan. Hep düşünürüm onları izlerken, başınıza gelse bu kadar yufkalaşacak mı yüreğiniz diye.
Örneğin bir zamanlar çok izlenen “Adını Feriha Koydum” dizisinde. Herkes Feriha tarafındaydı. Ya Emir onların oğlu olsaydı. Feriha’yı öyle çok çabuk kabul edebilirler miydi acaba? Başına gelmedikten sonra hiç kimse bu soruya kesinlikle doğru yanıt veremez diye düşünüyorum. En radikal düşünenlerimiz bile, en eşitlikçi geçinenlerimiz bile. Başlarına böyle bir şey gelse ilk söyleyecekleri şey; “davul bile dengi dengine çalar canım.” Bu sözde kesinlikle doğruluk payı vardır. Hiçbir atasözü öylesine söylenmemişidir çünkü.
Şu aralar gözlemliyorum bazı arkadaşların çocukları bu durumda, kiminin kızı, kiminin oğlu. Onlar Feriha’yı izlerken hep Feriha tarafındalar, oysa onlar anne ve baba. Kendilerini Feriha’nın yerine koyacaklarına, baba ya da anne yerine koymaları gerekirdi. Ancak anne ya da baba rollerini kabul etmiyorlar. Kabul etselerdi sanırım o zaman düşünmeye başlayacaklar. Ama zaten insanlar düşünmesin diye yapılıyor ya diziler..
Ancak ve sevgili okuyucularım, sevgili arkadaşlarımın başlarına gelince aynı şeyler, birden silkelendiler ve anne baba oldular. Ve başladılar düşünmeye kara, kara. Olay izlendiği gibi değilmiş aslında dediler. Orda çok kızmışlardı Feriha’yı kabul etmeyenlere. Ama şimdi onlarda aynı şeyi yapıyorlar.
Ve dünya kurulduğundan beri zenginlik-yoksulluk konusu olmuştur bütün ilişkilerde. En büyük efsanevi aşklar, zenginlik-yoksulluk, güzellik-çirkinlik ve sınıf farklılığı üzerine yaşanmış korkunç, akla sığmayan acılar çekilmiş, ölümsüz eserler bu şekilde yazılmış falan. Ve her zaman hepimiz değişmez bir şekilde mağdur tarafındayız. Başımıza gelene dek…
Arkadaşlarıma anımsatıyorum. “O başka” diyorlar. Ve her zaman bu sözler dendiği için farklıklar kabul görmüyor. Sonunda bükemediğin eli öpüyorsun. Ve sonunda anlıyorsun ki aslında sen sevmeyi bilmemişsin hiçbir zaman. Çünkü sevmek aslında vazgeçmektir. Ve bakıyorum ki herkes kendisi için kızıyor ya da kabul ediyor. Yani vazgeçmiyor kendinden aksine kendi için istiyor her şeyi.
Ve biz başımıza gelene dek her şeyi şizofren gibi yaşıyoruz. Ne zaman gerçek hayatla karşı karşıya geliyoruz işte o zaman uyanıyoruz. Ve bu yüzden sürekli gerçek hayattan kaçmamız.
Ve sevgili okuyucularım yine başına gelmedikçe ahkam kesmek kolay diyorum ve ahkam kesiyorum. Bu arkadaşlara kızıyorum ve lütfen başkalarını da sevmeyi öğrenin kendinizi sevdiğiniz gibi diyorum. Küçümseyerek bakıyorlar yüzme “başına gelsin de” türünden ama aldırmıyorum.
& & & & &
Ve ağ ören kadınlar. Geçenlerde bir arkadaşım “ben hiç boş durmam” diyordu. Bazen dantel, bazen ağ örerim. Birden “sen ağ mı örüyorsun” diyorum yani şu bildiğimiz balıkçıların ağlarını? “Evet” diyor. Ve sanki sözleşmiş gibi aynı gün eve dönerken sokak kapısının önünde aynen çocukluğumda gördüğüm gibi iki büklüm yaşlı bir beye balık ağı örüyordu. Bütün günlük ve hala içinde bulunduğumuz sıkıntılı, acılı, düşündürücü ve isyan günlerine rağmen acayip heyecanlandım, içime ılık ılık bir şeyler aktı. Yüzüm nostalji gülümsemesi ile aydınlandı. Ve gerilere ta çocukluğumun ilk yaşlarına gittim. Eskiden yani biz daha çocukken evimiz sahile daha yakındı. Öyle doldurulmamıştı deniz, bir tek yol vardı denizle aramızda.
Ve biz deniz çocuklarıydık. Yazın günün her saati denizdeydik. Tabi bize uzaklaşmak yasaktı ve zaten bizde uzaklaşmazdık. Ve sahilde sürekli ağ ören balıkçılar vardı ve sokağımızın en ucundaki evlerin hepsi balıkçıydı hatta ara sokaktakiler ve aslında mahallemiz balıkçıydı. Birkaç evin dışında… Biz o balık ağı ören balıkçıların ağlarına takılarak oynardık palmiyelerin altında.
Ve o zamanlar sokakta otururdu kadınlar yaz günleri. Kapı önünde ve ağlarını örerlerdi geçim kaynakları oydu. Öyle hızlı, hızlı atarlardaki iğnelerini bir birinin içinden onları izlemekten yorgun düşerdik. Ve şimdi ne sokağımız balıkçı sokağı ne de sokakta oturan var ne de ağını ören… Her şey çok çabuk değişti ve biz ne zaman böyle olduk? Nasıl olduk? Bir bilen anlatsın…
Günün Şiiri
Her şey: Oda Kırbaç Ayna’dan
ölüler sessizce çekip gitmeli hayatımızdan
bıktım kendimi yaralı bir geyik gibi sırtımda taşımaktan
anı defterlerinin arasında kurutulmaktan
aslında hiç yaşanmamış olduğunu sandığım o eşsiz yazdan
ölüler sessizce çekip gitmeli hayatımızdan
o düşü gördüğümü sana söylememiş miydim?
O kadar mı aldattım kendimi sana bunca yakınken.
bunca yalanken yaşadığımız tek kişilik oda.
Odalar, onlar en yalın gerçeğimizken.
Bunca hayatı aynı anda nasıl yaşadık hâlâ
bir anlam veremiyorum kendi yalanlarıma
o düşü gördüğümü sana söylemiştim, emin değilim.
Simsiyah bir odadaydık ikimiz diğeri yoktu.
diğeri yoktu bizi kendimizle avutacak.
yetmedi çırılçıplak soyunduğumuz.
daha da çıplak olmalıydın
çünkü dahası vardı çıplaklığının
derini soydum incecik.
gittikçe daha şeffaf oluyordun,
korkmuyordum bundan.
kıpkırmızı titreşiyordu elimin altında etin.
göğüslerinin içi sapsarı yağ tanecikleriydi.
incecik, beyaz, parlak sinirlerle doluydu her yanı
onları öylesine içten emdim
simsiyah bir odadaydık, artık eminim.
o düşü gördüğümü
sana söyledim.
sana başka şeyler de söyledim,
artık önemi yok onların.
bunca yıl kendi yalanlarımla ben ne mutlu yaşadım.
ölüler çekip gitmeli hayatımızdan
çünkü bir tek sen kaldın inandığım.
hatırlar mısın seni görmüştüm düşümde.
bir kır kahvesinde oturuyordun,
sarı tüyler vardı bacaklarında.
göğüslerin çıplaktı
garson mağrur bir söğüt dalı gibi uzanmıştı yanına.
elinde pembe kapaklı bir kitap vardı.
seni okuyorum, demiştin.
nasıl bir kitaptı, ne zaman yazmıştım, bilmiyorum.
pembe kapaklı bir kitaptı yalnızca
Daha dünmüş gibi hatırlıyorum
daha ölmemişsin gibi, sımsıcakmış gibi avuçlarının içi,
annem annem üstümdeki hırkayı daha örmemiş gibi hatırlıyorum
kırmızı bir rujla altını çizmişsin bir dizenin, düş işte.
kırmızı bir rujun varmış gibiydi zaten dudakların
bu dizeyi ancak bir kadın yazdırabilir insana
diyen sesin hâlâ kulaklarımda
oysa bir tek kadın bile tanımadım ben hayatımda
o dizeyi yazdıran zambak kokulu
küçük bir kızdır olsa olsa
hâlâ pişmanım bu gerçeği
hiçbir zaman söyleyemedim sana
Altay ÖKTEM