Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Cumhurbaşkanlığı seçimlerine az kala adaylar yavaş-yavaş belli olmaya başladı. CHP, MHP ve sağ partilerin ve DYP’nin de destek olduğu Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı resmen açıklandı. Hayırlı olsun diyoruz. Bunun yanında CHP’de imza vermeyen, Süheyl Batum önderliğindeki bir grup milletvekili içinde Emine Ülker Tarhan adı üzerinde konuşulmaya başlandı. Ne yalan söyleyeyim ilk baştan beri bendenizin de adayı Emine Hanım. Hem sevindim, hem de kafam karıştı. Şimdi başka kafalar da karışacak.
Yaşamımızdaki bütün seçimlerde “Yüreğim sende, oyum başkasında” durumları yaşamak zorunda bırakıldık. İçimizden geldiği gibi oyumuzu kullanamadık. Şimdide aynı durumu yaşamak zorunda kalmaktan korkuyoruz ama en az bize tek bir aday dayatıldı demeyeceğiz artık. Belki baştan Emine hanımda aday gösterilmiş olsaydı şimdiki durumda olmazdık diye düşünüyorum. Neyse artık bakacağız bizi kim gerçekten tatmin edecek söylemlerde bulunacak? Gerçi çoktan bu beklentiden de vazgeçtik ya. Ve zaten bu yüzden hayata olan sitemimiz ya!
HDP Selahattin Demirtaş’ın adaylığını da resmen açıkladı. Doğrusu çok sevimli ve genç bir Cumhurbaşkanı olurdu. “Fena olmazdı” hani diyesim geliyor, güleç ve esprili yüzü gözümün önüne gelince, üstelikte karizmatik! Hayırlı olsun ve en önemlisi eşit şatlarla geçsin bu seçimler. Tabi bu da olanaksız gibi? Ama Ramazan ayındayız ve hepimiz bize sunulan bağışlanma fırsatını belki eşit şartlarları sağlayarak kullanabiliriz olmaz mı?
Ve sevgili okuyucularım “Kuran-ı Kerim’i dağa indirseydim o huşuyla erirdi…” diyor kutsal kitap. “…Ama insana verdik o bunu kolaylıkla kabul etti…” Biz insanlar o kutsal kitabı gerçekten anlayabilmiş olsaydık. Şimdi erimemiz gerekirdi, başımız yerden kalkmaz bir lokmayı bile paylaşırdık. Ancak biz ne yaptık? Ya kitabı duvara astık uzun yıllar, yalnızca seyrettik ya da okumaya başladık çoğumuz yanlış anladık ya da kılıçların ucuna takıp sayfaları onu indirene inananlara karşı kullandık. Ya da şeriat diye katliamlar yapmak için kullandık. Bugün IŞİD denen yaratıkla korkarım şimdi bu eli kanlılar oruçta tutar, hatta “bize dini bile öğretmeye kalkarlar” demeyeceğim, zaten ele geçirdikleri yerlerde bunu da yapıyorlar.
Ne yazık ki içinde bulunduğumuz zaman; din adına savaşılan bir Ramazan ayı yani Kuran-ı Kerim’in indirildiği ay. Rahmet, bereket, sevgi ve mağfiret ayı… Ne mutlu ki bu günlere gelip de bu aya varanlara. Bağışlanma dileyenlere ve hayata yeni bir sayfa açanlara, bembeyaz lekesiz.
Ve diyorum ki bu kutsal ay barışa, kardeşliğe, eşitliğe, insan ve doğaya saygı ve sevgiye vesile olsun. Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım, hep birlikte, her zaman diyorum. Yase
Ayeti Kerime’nin İndirdiği İftar
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin küçük yaşta hastalanırlar. Hz. Ali ile Hz. Fatıma çocuklar iyi olunca, ikisi de oruç tutar. Birinci gün, iftar için hazırladıkları yemeği, o esnada kapılarına gelen yetimlere vererek, iftar etmeden, ikinci günün orucuna başlarlar. O akşam iftarlığını da, yine o saatte kapıya gelip, (Allah için bir şey verin!) diyen fakir ve miskinlere verdiler. O gece de, iftar etmeden, üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahi, kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için iftarlıklarını bunlara verdiler. Bunun üzerine, Ayet-i Kerime indi. Ayet-i Kerimenin Meal-i Alisi şöyledir: “Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları, Allah’u Teâlâ’nın rızası için yitirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey beklemedik, bir şey istemeyiz dediler. Bunun için, Cenab-ı Hak, onlara Şarab-ı Tahur içirdi.” (insan, 7-9, 21)
& & & & & &
Şubat Güneşi
Canı sıkkın olarak kalktı ışığı yakmadan banyoya girdi. Yüzünü yıkayıp saçlarına çekidüzen verdi. Kendini iyi hissediyordu. Hiç zaman kaybetmeden kabanını alıp dışarı çıktı. Merdivenlerden koşarak indi. Yürüyüşe çıkan insanların arasına karıştı. Önce ağır sonra hızlı hızlı yürüyerek sahil boyunda ilerledi karnı acıkmıştı. Elini cebine attı şansına bir beşlik çıktı. Çok sevindi hemen Petek Pastanesine girip bir simit aldı. Simidini yiyerek yürüyüşüne devam etti sonra kayaların üzerine oturup gün batımının son demlerini izlemeye başladı. Kendini özgür ve rahat hissediyordu.
Akşama dek kayaların üzerinde denizi seyrederek ve tatlı serin meltemi içine çekerek oturdu. Sanki her şeyi yeni görüyormuş gibiydi. Hava iyice kararınca ancak yerinden kalktı, üşümüştü.
Adımlarını hızlandırarak Ahmetlerin evine doğru yürümeğe başladı. Apartmanın camlı büyük kapısından geçip asansöre doğru ilerledi. Merdivenleri tırmanmayı göze alamadı. Hala zayıftı. Asansör dördüncü katta durunca Zeynep yanına anahtar almadığını anımsadı. Eğer eve dönmemişlerse kapı önünde beklemek zorunda kalacaktı. Kapıyı tıkladı yanıt almayınca merdivenlerde oturup beklemeye başladı. Yeniden uykusu gelmiş acıkmıştı. Tam başını duvara dayayıp gözlerini kapatmamıştı ki asansörden Ahmet’le Yusuf çıktı. İkisi birden başını duvara dayamış uyuklayan kıza doğru ilerlediler. Zeynep gözlerini açmış onlara bakıyordu. “Beni kapıda bıraktınız pis adamlar” dedi. “Aşkolsun sen anahtarı almadan hatta bize seslenmeden çıkıp gitmişsin bizde seni aramaya çıkmıştık zaten” dedi Yusuf. Ahmet elini uzatıp kızı ayağa kaldırdı. “Ne yani siz evde miydiniz ben uyurken?” “Evet Zeynepçim uyuyan yalnız sen değilsin herhalde bizde uyumuştuk. Uyandığımız da sen yoktun. Ne yalan söyleyelim sevindik seni görmediğimize. Belki seninle gelirdik oysa sen kendi kendine dolaştın iyi gelmiştir sana bu değil mi?” diyerek Ahmet anahtarı kilide soktu. Zeynep’i öne iterek “buyurun hanımefendi” dedi. Kapı açılır açılmaz tepeden rengarenk konfetiler döküldü Zeynep’in başından aşağı. “Ay bu ne?” diye sıçradı kız. Üzerine dökülen konfetilerden kurtulmaya çalışarak.
Ahmet hemen kızın önüne geçip elinden tuttu, Yusuf ta yetişti. Diğer elinden tuttu. İkisi birden “Doğum günün kutlu olsun uyuyan prenses” diyerek kıza sarıldılar. Zeynep şaşırmıştı “doğum günüm ayın sonunda değil miydi?” Eyvah o gün gelmişti demek o uykudayken!! “Çok teşekkür ederim çok teşekkür ederim” diyerek ikisini de öptü. Ahmet kızı elinden tutup mutfağa doğru götürdü, koridor boyunca içine kırmızı beyaz güller olan vazolar yerleştirilmişti. “Aman ne güzel güller bunlar” diye bağırdı. “Ne yapıyorsunuz ya siz Allah aşkınıza” diye bir elinden tutan Ahmet bir arkasından gelen Yusuf’a soruyordu.
Ahmet mutfak kapısını açınca önüne serilen manzara Zeynep’i çok şaşırttı ve sevindirdi. Ona heyecanla bakan erkeklere minnetle hayretle bakarak; “Bu da ne ya” dedi. Yemek masası titizlikle hazırlanmış, mumlar ve çiçeklerle süslenmişti. “Off çok acıkmışım zaten” diyerek koşup hemen oturdu. Fırından nefis kokular geliyordu. “Ama önce üzerimi değiştireyim” diyerek koşarak içeri girdi. Kotun üzerine uçuk pembe bir kazak geçirmiş saçlarını başının tepesinde topuz gibi tutturmuş olarak mutfağa döndüğünde, Yusuf elinde kumanda müzik kanalı arıyordu. Ahmet’te tavuğu fırından çıkarmak için uğraşıyordu. “Yardım edeyim” diyerek yanına koştu. Ahmet başını kaldırıp gözlerin içine sevgiyle bakarak, “iyi ki doğmuşsun, iyi ki hayatıma karışmışsın Şubat Güneşim” diye fısıldadı.
“İyi ki sizde varsınız” diye nefes gibi bir sesle yanıt verdi, sonra elini uzatıp tepsiyi tutan elini sevgiyle sıktı. “Seni seviyorum” dedi yine nefes gibi bir sesle. Yusuf aradığı, romantik müziği bulmuştu nihayet “hadi artık herkes hazırsa yemeğe oturalım” dedi.
Üç genç insan nihayet günler sonra huzurlu, sevgi dolu bir yemek yediler. Yemekten sonra Ahmet üzerinde mumlar olan çikolatalı pastayı masaya getirdi. Üçü birden mumları söndürdüler. Üçünün dileği aynıydı. “Uzun yıllar hep birlikte kalmak” Zeynep son üç yıldır doğum günü kutlamamıştı aklına bile gelmemişti. Zaten pekte önem verdiği bir şey değildi özel kutlamalar; çünkü o her anı kutlanmaya değer bulanlardandı. Hayat bunu ona öğretmişti. Ancak bu ufak sürprizde çok hoşuna gitmişti. Arkası Yarın
Günün Şiiri
Onlar Başka
Onlar her şeyi yalan yazar
Şiirleri masalları bile
Sen beni dinle çocuğum
Sakın korkma
Kan denizi yok gökte
Hiç korkmadan uyu sabaha kadar
Gümüş aylar birden batıp
Yemyeşil bulutlarda
Sarı güneşler doğsun
Gülüm menekşem papatyam
Öğrenince güleceksin
Kan denizi yok gökte
Afşar TİMUÇİN
Günün Fıkrası
Ramazan Kırk Beş
Hoca merhum, köyün imamı iken Ramazan ayı geldiğinde günleri şaşırmamak için her gün çömleğe bir taş atarmış. Hocanın bir de küçük kızı varmış. Bu çocuk babasının her gün çömleğe taş attığını görünce, kendisi de tutmuş bir avuç taşı çömleğe doldurmuş.
Ramazanın sonuna doğru gelmişler (yirmi-yirmi beşi olduğu sıralarda) cemaat hocaya: “-Ramazanın kaçı?” diye sormuşlar. “Eve kadar gidip geleyim, size Ramazanın kaçı olduğunu söylerim” demiş ve eve gidip taşı saydığında, çömlekten tam 115 taş çıkmış. Hoca, Ramazanın 115’i dese hepten ayıp olacak, düşünmüş-taşınmış kırk beşi demeye karar vermiş.
Cemaatin yanına gelince: “Kaçı olmuş hocam?” diye sormuşlar. Hoca: “Kırk beşi” diye cevap verince, oradakiler: “İnsaf be hoca. Ramazan kırk beş olur mu?” demişler. Hoca: “Siz bana dua edin, yoksa iş çömlekten çıkan taşa kalsaydı, Ramazanın 115’i olacaktı” demiş.