Çok Şey mi İstiyorum?
Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dünya karma karışık toz duman içinde. Bir tarafta erken bastıran sıcaklar bir tarafta bitmeyen kavga gürültü… Tabi bizimde kafamız bulutlu, fikrimiz bizden uzak… Hem dünya hem kendi nefsimizle mücadele içindeyiz, yani aslında sanki yolumuzu kaybetmişiz kör bir kuyuya yuvarlanmış debelenip duruyoruz.
Ve kendimize şaşırıyoruz. Ne garip? Neden bir türlü huzuru bulamayız ki? Doğayla ve kendimizle barışık yaşayamıyoruz ki? Huzuru ve barışı sürekli kendimizden başka yerde arıyoruz ki? Oysa huzur ve barış birbirine sarılmış, uysal kediler gibi yanı başımızda da bekliyor onları görelim dokunalım diye. Ancak biz görmekten aciziz, yorgun gözlerimiz.
Buna rağmen huzursuzluğu baş köşeye yerleştirip savaş dansları yaparak dönüyoruz etrafında!! Nasıl boşa geçen bir zaman ve nasıl bir enerji kaybı bu, hiç birimiz ayrımında bile değiliz…
Oysa hepimiz bir dünyayız. Gerçek ve eksiksiz bir dünya… Kendi içimizde dolaşmaya çıksak, kendi dağlarımızı, taşlarımızı, kör kuyularımızı yanardağlarımızı, çağlayan sularımızı tanısak, gizli hazinelerimizi bulmaya çalışsak, huzursuzluk dediğimiz canavar yanımızdan, yolumuzdan bile geçemezdi… Ancak bizim, kendi olağan üstü geniş dünyamızdan haberimiz bile yok. Bildiğimiz ise aslında anlayamadığımız dış dünya ve kör kuyularındaki tutsaklığımız. Mevlana ne güzel demiş; “Bu dünya zindandır; Biz de dünyadaki mahpuslarız / Del zindanı kurtar kendini”
Ve içimizdeki nefretle beslenerek bu dünyanın zindanında kendimizi tüketiriz, nefes aldığımız birkaç on yıl içinde. Ne bir tohum atmış oluruz dünyaya yeşerecek ne bir nefes bırakırız
Oysa kendimizi bulmuş olsak kendi içimizde, kör, topal ve aptal olmasak kendimize Mevlana gibi derdik. Belki.
“Hakka kavuştuğum gün tabutum yürüyünce şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma. Bana ağlama yazık, yazık deme. Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık diye feryat etme. Bedenimi toprağa verirken elveda, elveda diye ağlama. Gün batımını gördün ya, gün doğumunu da seyret. Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı. İnsan tohumu için neden yanlış bir zanna düşüyorsun?”
Ve biz yürüyen dünyalar kendinden bi haber… Mevlana’da okuruz, Şirazi de ama ne okuduğumuzu anlarız ne de neden okuduğumuzu. Çünkü ne aradığımızı bilmeyiz. Oysa Mevlana “ne arıyorsan osun” der. Huzursuzluk arıyorsan, huzursuzsun, bilim arıyorsan bilimsin, aşk arıyorsan aşksın… Biz Huzursuzluk kılıcı ile geziyorsak demek huzursuzluğun ta kendisiyiz. Oysa bir gönül sahibi görebilseydi gözlerimiz içimizde? Mevlana’nın dediği gibi olabilirdik.
Gülen nar, bağı bahçeyi de güldürür;
Erlerle sohbet seni de erlere katar.
Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun… Ama biz inci olmak için bir gönül sahibine ulaşmayız… Gafil benliğimizin kara huzursuzluğu yolumuzun üzerinden hiç çekilmez ki?
Ve sevgili okuyucularım şikayetim var. Kara, kara benliğinde kaybolmuşlardan bugün. Ve cehaletten ve ön yargıdan ve bilinçsizlikten ve bugün toprak olmak istiyorum üzerine basılacak şehitleri sevgili Mehmetçikleri bağrında taşıyacak. Ve kaldırım taşlarının arasında doğan inatçı bir yeşillik olmak istiyorum basılınca ezilmeyecek. Ve duvardan doğmuş bir ağaç olmak istiyorum su almadan yeşerebilecek. Ve bir gönül dostu arıyorum inciye çevirecek. Bu sabah çok şey mi istiyorum?
Yoksa aslında istediğim her şey miyim bu sabah? Sağlık ve sevgiyle kalalım her zaman birlik ve beraberlikle sevgili okuyucularım. Yase
ŞİRİNCAN’IN GÜNLÜĞÜ
Karanlık, her taraf, saat kaç bilmiyorum. Üşüyorum, neredeyim bilmiyorum; fakat korkunç gürültü yapan hayaletler var her tarafta, daha görmeyi bilmeyen gözlerimi kamaştıran parlak ışıkları olan. Korkudan titriyorum sesten ve üzerime üzerime gelen heyetlerden felç olmuş şekilde bekliyorum. Bu ne gürültüsü bu hayaletler den gelen ışık kimin acaba? Bazen yaklaşıyor yanı başımdan geçiyorlar, bazen uzaklaşıyorlar. Gözlerimi açık fakat bir şey seçemiyorum. Korkudan sıçrıyorum her yaklaştıklarında üstelik çok üşüyorum birde aç mıyım bilmiyorum daha ağzıma bir şey koymadım ki karanlık bir yerden tekrar kanlık bir yere indiğimden beri. Oysa güvendeydim içerdeki karanlıkta, sesler ve ışıklar yoktu orda. üşümüyordum da ve sanırım yalnızda değildim. Şimdi çok yalnız ve savunmasızım üşüyorum çok üşüyorum. Birden bir ses duydum, yanı başımda hayaletlerin sesinden başka. ,korkudan büzüldüm tostoparlak oldum. Bir el yavaşça ensemden yakaladı, havalandığımı algıladım. Karanlığın içinde. Korkudan sesim çıkmıyordu. Ama bir sesim var mı onu da bilmiyorum ki?
“Korkma minik “dedi tatlı bir ses. Erkek mi kadın mı algılayamadım. “seni burada bırakamam, arabaların altında kalman işten bile değil. Üstelik tam caddenin ortasında duruyorsun. Senin annen kardeşlerin yok mu? Hadi bir bakalım bir yakın var mı ağaçlar arasında fakat çok karanlık Hoş kimseciklerde görünmüyor ya bu uçsuz bucaksız oto yol üzerinde. . peki ama sen nasıl oldu da buralara geldin? Konuşuyordu sürekli beni ne sanıyordu ki, daha bir karanlıktan diğerine düşeli ne oldu ki nasıl anlayım onu nasıl yanıt vereyim ki? Aaa şimdi anımsadım sanırım . En son karanlığından çıktığım birisi vardı yanımda birde bana benzeyen sanırım net göremiyorum ya daha birkaç benim gibi dört ayaklı birleri, hepimiz yumuşak bir şey emiyorduk bizden büyük bize benzeyen birinden acaba ona annemi diyorlar? !! . Sonra ben zorla ayağa kalktım ve biraz yürüdüm, şimdi kimse yok? Neredeler acaba?
“Hadi seni eve götüreyim” dedi. Ensemden tutup beni karanlıkta sallayan sesin sahibi, korkudan top gibi oldum ve beni birden avucunun içine aldı. Sıcaklığını hissettim birden bir güven doldu içime, korkum bir anda uçtu gitti.
Elleri doluydu, buna rağmen beni sıkıca ama bir tarafımı incitmeden tutuyordu. Çok rahat değildim kuşkusuz. Sanki ömründe ilk kez benim gibi birine dokunuyordu. Hafif çekinmeliğinden bunu anladım. Aslında ben bunları nereden biliyorum onu da bilmiyorum; fakat sezgilerim sayesinde, bana dokunan elin rahat mı, değil mi, sevgi dolu mu ya da nefret dolu mu, olduğunu algılayabiliyorum. .Bütün bunlara kafa yoramayacak kadar küçük ve çelimsizim yalnızca isteğim bir damla, yumuşak yerden emdiğim şeyden adı ne bilmiyorum kaygan yumuşak ve tatlı. Ve güven içinde uyumak.
Yüksek bir yere çıkıyoruz her halde çünkü soluklarını duyabiliyorum ve beni tutan avuçları da terlemeğe başlamıştı. Rahatsız oluyordum ıslaklıktan, çevreyi de göremiyordum ya. .nihayet demir bir kapının sesini duydum, yavaşça itti, sonra eğildi bir şeyleri yere koydu ve içeri girdi. Sanırım burası bir bahçe kokusundan anladım. Ezik çimen kokusu vardı etrafta. Bu arda çok net koku alabiliyordum “ben geldim” diye seslendi. Başka ses duymadım. Kimse yanıt vermedi, kimse yok mu acaba İki üç basamak çıktığımızı anlıyorum, rutubetli gibi bir koku burnuma doldu… Beni bir köşeye ya da nereye bıraktı bilmiyorum, ayaklarım yere değer değmez hareket etme isteğim canlandı ama korkudan tostoparlak oldum yine. “Korkma minik, bak sana biraz süt ısıtacağım” dedi beni buraya getiren elin sesi. O sevgi doluydu sanki (nasıl biliyorum ki bunu). İlk duyduğum ses bu, dilerim hep sevgi dolu sesler olsun yaşamımda. Sonra geldi ağzıma bir şey dayadı ama ben tutamadım bunun üzerine, eline aldı beni ve kaşığı dayadı ağzıma, iştahla yuttum kaşıktakini sonradan öğrendim ki adı sütmüş. Fakat hemen doydum daha içmek isterdim ama doydum.” Tamam minik yaratık şimdilik bu kadar yarın daha çok içersin” dedi ve bir kutunun içine yerleştirdi beni. Hemen o an uyudum.
Arkası yarın
MEVLAN’DAN
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeliyiz,
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeliyiz biz…
Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir
Dünya Bir Av Evi
Bu öyle tuhaf bir ateş ki bir an bile sabrı, kararı yok. Nasıl olabilir ki hem sevgilinin yanında alevlenmiş, hem sevgilinin yanında değil.
Şekil nasıl ayak direyebilir ki sebatı yok. Öz nasıl elden tutabilir, nasıl yardım eder ki görünmez. Dünya bir av yeri, yaratıkların hepsi de bir av. Fakat avlananların beyinden, bir eserden başka hiçbir şey belirmiyor. Her yanda yükler var, denkler var, her yanda biz beyiz, uluyuz diyenler var; fakat asıl beyin konağında ne yük var, ne denk.
Ey can, elini çek de yüzünün rengi görünsün. Çünkü şu görünenlerin hepsi de ancak köpük, ancak şekil, ancak resim. Nerde toz koparsa orda bir ordu vardır. Çünkü izsiz, dumansız ateş olmaz.
Sen eri tozdan anla, ne biçim erdir, tozundan anla; toz içinde insanı aramaya bak, tozda iş yok. A bahtı kutlu, sen arar istersen, rahmetine sayı olmayan arayıcı da seni arar ister.
Seni sel alıp götürürse anlarsın ki onun yolunda halkın ihtiyarı var gibi görünür amma gerçekte ihtiyar denen şey yoktur.
Yokluk âleminde az söz söylemeye ahdettim amma dikensiz gülü kim görmüş? Kardeş, tanık ol, biz bu gülün dikeniyiz; bu çeşit diken olmakla da övünülür, arlanılmaz bundan.
Mevlana Celaleddin Rumi