Yeni Yılda Yeniden Barış Diliyorum

0
60

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yılın ilk yazısına başlarken  yine ve her zaman yurtta sulh cihanda sulh diliyorum büyük Ata’nın dediği gibi. Yüreğimizde sevgi ve merhamet eksik olmasın.  Vicdanımız hür,  ruhumuz bağımsız, ön yargı, haset, kin ayrım gayrım bizden sonsuza dek uzak kalsın. Hemen hepimiz bu dileklere içten “amin” deriz. Değil mi? Ancak  yine  diliyorum ki  yalnızca dilekte kalmasın “amin” dediğimiz güzel dileklerimiz.

Ve sevgili okuyuculum yılın ilk çalışma günü ve  evde ağır bir sessizlik  hüküm sürüyor. Çamaşır makinesinin derinden gelen iniltisi eşlik ediyor ona. Eski yılı uğrularken de ağırdı sessizlik  yine garip bir nedensizlikle!

Neyse yorum yapmadan bu ağırlığı hayra yoralım gitsin. Yılın yorgunluğu omuzlarımızda  duruyor bu yüzden ağırız ve ağırlığımız sessizliğe dönüştü türünden açıklamalar yapmayalım. Herkesin böyle bir ağırlığı var  diye  tahmin ediyorum bu sabah için.  Hatta içten içe düş kırklığına benzer bir  duygudan ötürüde kırgın, sinirli  olabiliriz ve “lal” olmuş dile yansıyor olabilir ruhi durumumuz çevremize. Aslında hepimiz birbirimizden bir şeyleri gizliyor gibi  görünsek de sessizliğimiz bizi ele veriyor. Ve her ne kadar yeni yılın sihirli değneği yok dediysek de aslında öyle bir değneğe inanıyorduk içten içe belli ki gün ışıyınca yeni yılın ilk sabahı her şeyin akşamdan kaldığını görünce şaşılacak bir şeymiş gibi burun kıvırdık ve içimize çekildi dilimiz.

Düşünüyorum da dünya, yeni yıla astronomik paralar harcayarak   girdi, en azından   havai fişeklere harcadığı parayı evsizlere, sokak çocuklarına, açlara, yoksulara harcasaydı bugün dünyanın bir bölümü değil hepsi birden ışıl ışıldardı.

& & & & &

Arkadaşım; Anne bu sabah spor yapmadın diyen oğluna, artık spor falan yapmayacağım, istediğimi yiyip istediğimi de  içeceğim ve artık kimseyi sevmeyeceğim diye patladı. Belli ki keskin bir depresyona adım atmak üzereydi. “Kimi cezalandırdığını düşünüyorsun?” diye sordum.”Herkesi” dedi.

“Yanılıyorsun” dedim “sen kendini cezalandırıyorsun ve aslında şu an kendini sevmiyorsun ki  kimseyi sevmiyorum diyorsun derdin kendinle çünkü.”

İnsan aslında kimse için değildir yalnızca kendi içindir her şeyi kendi için ister, başkasını sevindirince aslında kendini sevindirir, başkasına kızınca da aslında kendinedir kızgınlığı. Mutluluğunun da mutsuzluğunun da tek sorumlusu kendisidir

Mutsuzduk havi fişekleri izlerken, çünkü  sokak çocuklarını düşünüyorduk.  Sokakta aç açık kimse olmasaydı  bizde mutsuz olmayacaktık havai fişeklerden. Sonuçta yine kendimiz için istiyorduk aç açık kimse kalmamasını. Değil mi?

Sevgili arkadaşım, “kız bağır ağla, kendine azıcık işkence çektir ve sonra kendine dön lütfen” dedim.   Aslında aklı ona değil kendime veriyordum, çünkü o anda bende içimde patlıyordum. Hemen kendine dön dedim. Kendini şu an sevmiyor olabilirsin bunu kızgınlıkla da ortaya koyabilirsin ancak uzatma dedim… Oysa kendimizi bir bıraksak o kendine yazıklanmaya, nasılda yumuşacık  bir battaniyeye sarılmış gibi uyuya kalırız karanlığımızda çok iyi biliyorum. Akıl vermenin de ne kadar kolay olduğunu bildiğim gibi.

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım “dil”in düğümü gevşeyince havanın keskin sessizliği de yumuşar. Ve diliyorum ki  bir saate kalmadan bütün bulutlar dağılsın yüreğimizden ve şimdilik sağlık sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalalım diyorum. Yeni yılda dilediğimiz ve dilemediğimizi sandığımız bütün güzelliklerin gerçekleştiğini görecek göz ve yüreklere sahip olalım diyorum. Yılın ilk günü mutsuz olmak, öyle devam edeceğine delalet değildir unutmayın. Mutsuz olmaktan korkmayalım sevinçten korkmadığımız gibi. Yase

Ve hepimin bildiği ancak yeniden okumak istediği bir masal…

Kibritçi Kız

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı. Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

– Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

Hans Christian Anderson

Günün Şiiri

Barış Nedir Sevgilim

barış nedir sevgilim
biliyor musun
bir köprü müdür üstüne gölgeler düşünce çöken
halka açılamadan batan bir şirket
iki savaş arasında verilen çay molası mıdır barış
yoksa
hurdacıya söylediği son sözler mi
bisikleti vurulan bir çocuğun
söyle sevgilim
Einstein’ın Roosevelt’e yazdığı mektup mudur barış
Lozan’dan gelen telefon mu Mustafa Kemal’e
çöplerini bilimin süpürdüğü bir sokak mıdır barış yoksa

söyle sevgilim
de ki
tünediği balkon uçuruma düşen yavru bir kuştur barış
saatçiyi hapse attıkları için kurulamayan bir meydan saati
ayağımızdaki paslı çiviyi bacağımızı keserek çıkaran bir melek
de ki
aptalların türküsü
oyuna getirilenlerin ülküsüdür barış
dişleri sökülmüş Asya kaplanıdır kapitalizmin sirkinde

de ki sevgilim
içine bayat pil konmuş el feneridir barış
fosforlu izleridir bayrakların üzerinde gezen salyangozların
barış düşsel beyaz buluttur bir kaleye çarpıp dağılan
kör bir toplumun tehdit dolu yazılarla kirlettiği bir defterdir
barış
kendinde bulamayıp başkalarında aradığıdır insanın
barış
halkının üzerine devrilen bir devlettir zor dönemeçlerde
açılmadığı için posta kutusunda ölen bir mektuptur barış
patlayıp seyircileri öldüren bir futbol topudur son dakikada

bunların hiçbiri
hiçbiri değilse barış
söyle sevgilim
savaşın düş kurduğu yerlerde
hangi yüzsüzün uydurduğu bi’ sözcüktür
şu dillerden düşmeyen barış

Akgün AKOVA

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here