Bazı Sabahlar

0
85

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz diye sorgulayarak uyandım bu sabah? Kulaklarımda uğultular ve kuşların inatçı cik-cikleri.

Yalan, kötü  bir dünyada yaşıyoruz ya… İsrail  orantısız güç kullanıyor, fütursuzca  katliam yapıyor. Ama kimin umurunda dünya uykuda… Türkiye’den başa tepki gösteren yok. Parmak kadar  İsrail ve anlı şanlı Arap alemi… Sevsinler….

Sanki  onlar ve dünya olayların farkında değil ya da çok normalmiş gibi tepkisizler. Aslına bakılırsa İsrail’in rutin hali bu… Filistinliler taş atar kendimizi bildik bileli, İsrail silah sıkar gerçek mermilerle ve her defasında Filistinli kadın, çocuk, İsrail askerleri tarafından yerlerde sürüklenir öldürülür aşağılanır. Ve dünya izler bir şey söylemez, söylese de  on gün sonra unutur. Ve onlarda unutur ki her defasında taş atar, silah sıkarlar birbirlerine. Ne onlar taş atmaktan bıktı ne de İsrail onları öldürmekten o topraklar kan kokar zahar. Eski kan ve yeni kanın karışımı nasıl kokar acaba? Korkunç muhakkak Arabistan da yaşamış bir arkadaşım AVM’lerde bile  bu kokunun varlığından  söz etmişti bir defasında. Ve bu koku doluşur aynı toprakta yaşayan İsraillerin  de  evlerine  ve çölün derinliklerine. Bir tek para babaları  bu kokuyu almaz  onlar dolarların kokusundan sarhoşlar zahir  ve İsrail’e göbekten bağlılar. Ağızları lanetler ama destekleri tamdır.   

Türkiye’ de üç gün yas ilan edildi. Yarın da büyük gösteri var. İsrail lanetlenecek ağza gelenler söylenecek ve bir müddet  sonra  her şey yeniden eski haline gelecek. Yani hep böyle olmadı mı? Çünkü olmak zorunda  koşullar, bağlantılar, onlar, bunlar, şunlar hepimiz aynıyız aslında.

Ve  Ramazan ayındayız, fırsatçılarda iş başında… Sanki bağışlanma ayı değil de günaha girme ayı mübarek. Çarşı pazarda fiyatlar  uçmuş… Niye? Değişen ne diğer günlere göre bir anlasam marula altın mı taktılar? Hurmalar bu aya özel mi üretildi peynir, zeytin hep gümüşle, inciyle mercanla mı süslendi. Pidenin unumu değişti? Yazık bize. Yazık ya…

Bendenizce bu güzel ayda rahmet ve mağfiret ayında her şeyin fiyatının yarıya düşmesi gerekir. Gerekir ki  herkes faydalanabilsin. Herkes paylaşabilsin işte o zaman Ramazan ruhu oluşur. Ve Hz. Fatıma’nın ekmekleri keşke herkes bu kısayı kulağına küpe yapabilse. Kısayı bilirsiniz anlatmıştım önceden.

Sıcak bir Ramazan ayı… Hz. Fatıma ailesine ekmek pişiriyor saçta. Yanına bir muhtaç geliyor ekmek istiyor. Ekmeğini ona veriyor o gece ekmeksiz yatıyorlar ertesi gün aynı şey oluyor ve ertesi günde aynı şey. Keşke biz elimizdekini paylaşmayı bilebilseydik hak yemeden… Ah almadan…

Ve sevgili okuyucularım, sağlıkla, sevgiyle kalalım, hep birlikte bu sıcak ortamda ayrımsız gayrımsız. Yase

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin küçük yaşta hastalanırlar. Hz. Ali ile Hz. Fatıma çocuklar iyi olunca, ikisi de oruç tutar. Birinci gün, iftar için hazırladıkları yemeği, o esnada kapılarına gelen yetimlere vererek, iftar etmeden, ikinci günün orucuna başlarlar. O akşam iftarlığını da, yine o saatte kapıya gelip, (Allah için bir şey verin!) diyen fakir ve miskinlere verdiler. O gece de, iftar etmeden, üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahi, kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için iftarlıklarını bunlara verdiler.

Bunun üzerine, Ayet-i Kerime indi. Ayet-i Kerimenin Meal-i Alisi şöyledir:

“Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları, Allahu Teala’nın rızası için yitirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey beklemedik, bir şey istemeyiz dediler.  Bunun için, Cenab-ı Hak, onlara Şarab-ı Tahur içirdi.” (İnsan, 7-9, 21)

& & & & &

Gıybet Dinledim Orucum Bozuldu

Allah dostlarının orucu akşama kadar sadece aç kalmak de­ğildir. Onlar orucu kendini değil haram ve mekruhlara onlar kendini şüpheli olan şeylere karşı bile kendini kapatmaktır. Onla­rın derdi sadece akşama kadar aç kalmak değil, tuttukları oruçla Rıza-i ilahiye kavuşmaktır. Onlar için yılın her ayı ramazan ayı gibi yaşıyorlardı. Sürekli oruç tutardı.

Bir gün oruçlu iken yanın­da Hindistan sultanı çekiştirilip, gıybeti yapılınca;

Dıhlevi hazretleri; “Eyvah orucum bozuldu” dedi.

Yanındakiler; “ama efendim gıybet yapan siz değildiniz” de­yince; “Gıybeti yapan da dinleyende ortaktır.” hadisi şerifi ile karşı­lık verdi.

& & & & &

Bir Ramazan Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede… Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar!.. O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş… Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine… Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için…

“-Hayat, bu işte!..” derlermiş. “Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır.” Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde…Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar.

“-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden  geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!..” Pek duâ eden olmamış ama; “Nasıl şifa oluruz?” diye düşünen hekimler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler; padişah kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye çok çok düşkün bir adammış. “-Ülkeyi yöneten adam öyle mi olurmuş?” demeyin, masal işte! Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vücudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hiç kımıldamadan öylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Öyle büyümüş ki, midesi, bedeninde kalbine hiç yer kalmamış. İşe bakın siz, mide büyüyünce, kalp küçülür, katılaşırmış.

Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Az yesin diye midesini küçültmeye çalışmışlar, ama kâr etmemiş. Hele kalbi için kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de büyür diye, gözyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. Nâfile, o da işe yaramamış.

Padişahın yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim: “-Allah’tan ümit kesilmez!..” demiş. “Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir.”

Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş. Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan… Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı… O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah’ın yol verdiği bu ülkede.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu… Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ülke insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor, karıncalara yol veriyormuş. O yürüyor, ardından bir “huzur” rüzgarı bırakıyormuş efil efil… Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?! Şaşırmışlar… Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessüm etmiş: “-Ramazan…” demiş.

Ramazan’ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan’ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler. Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler… Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna… Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!…

Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan; “-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz.” “-Peki, çare nedir?” diye sormuşlar. “-Çare Allah’tır, Allah’tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede… İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!” “-Vaktin oğlu mu?” demişler, şaşırmışlar. “-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde… Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur.” Sonra padişaha dönmüş, Ramazan: “-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp’larını duyasın…”

Bunlardan sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış. Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay sürmüş yolculuğu… Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi… Burada da masal bitmiş. “-Bu masalda hiç mi kötü yok?” diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın cılız kalbine; biri “vaktin oğlu” olabilenlere, biri de Ramazan’ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere…

Kübra Akbet-Şebnem Dergisi, Sayı 20

Günün Şiiri

Tahir İle Zühre Meselesi

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte

yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek

meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken

meselâ denerken damarlarında bir serumu

ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir

ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak

yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık

yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım Hikmet

Günün Sözü

Gömleğinin İlk Düğmesi Yanış İliklenirse  Diğerleri de Yanlış  Gider.

C.Bruno

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here