‘Mış’ Gibi Yaşamak…

0
71

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Mış ve gibi” yaşamak; sevinçli gibi, inanmış gibi, doğruymuş gibi, her şey gülük gülistanlıkmış gibi davranmak rutinleşti ne yazık ki. Peki, böyle yaşamak, davranmak zorunda mıyız? Değiliz kuşkusuz! Ancak korkağız ancak karşımızdaki ile aynı kefeye girmek istemiyoruz ancak ve en önemlisi elimizden başka bir şey gelmiyor. Ve aslında bu canımızı çok yakıyor, çünkü ne için ne yaptığımızın ayrımındayız…

Kocaman adamlar profesör olmuşlar hala birçok şeyin farkında değiller. Yani okuması yazması olmayan birisi bile bilir ki Lozan olmasaydı bu gün uğruna savaşılacak bir ülkemiz olmayacaktı. Yani bir olayı, bir kişiyi birçok şeyi övebilirsiniz, sevinebilirsiniz ancak kıyas yaparak ne elde edeceğinizi sanırsınız onu anlamıyorum. Yani ortamı biraz daha germek mi amacınız!

Yine şehit geldi, yine bir Mehmetçiğimiz düşlerini sevinçlerini hayatını kaybetti. Onunla birlikte birçok kişinin de hayatında onarılmaz bir boşluk her an kanamaya hazır bir yara bıraktı.

Pahalılık, yokluk, yoksulluk artık konuşulmaz oldu? Vergi dağılımındaki adaletsizlik, haksızlık, yolsuzluk, işsiz, güçsüz gençlik yine rutinimizden oldu. Kime sorasınız sıkıntıda, kime sorsanız kredi borcunu ödeyemediği için evini, barkını, arabasını satıyor. İş yerini kapatıyor. Kocaman adamlar yemek parası için el açıyor? Kendinizden utanıyorsunuz.

Ve her şey güllük gülistanlıkmış gibi konuşanlalar “acaba” dedirtiyor. “Bizler ayrı gezegenlerin insanları mıyız yoksa?”

Ve gerçekten ayrı gezegenlerden geliyormuşuz? Ve bunu her an bize hissettiriyorlar. Evde, sokakta, çarşı, pazarda…

Ve biz bu yüzden “mış” gibi yaşıyoruz. Kendimizden çok etrafımızı korumak ve onurumuzun daha çok yerlerde sürünmesini engellemek için uğraşıyoruz. Yokluk, yoksulluk, onursuz ve hâksiz zenginlikten evladır çünkü.

Ve sevgili okuyucularım sağlıkla, sevgiyle kalalım “mış” gibi olmayanından her zaman hep birlikte yine ”mış” gibi olmayanından ayrımsız, gayrımsız. Yase

& & & & &

Kavuk Öyküsü-Mesneviden

Allah yolunun yolcularından biri, başına dev bir kavuk geçirmişti. Nereye gitse başından eksik etmiyordu onu. Bir sabah evinden çıkmış, dergâha gidiyordu. Sokağın kuytu bir yerinde, gizlenmiş olan hırsız, onu kolluyordu. Tenha bir yere geldiğinde, arkadan saldırarak kavuğu kaptığı gibi kaçmaya başladı.

‘Dur’ diye bağırdı Derviş, ‘sarığı aç, içini gör de öyle götür’

Hırsız hem can havliyle kaçıyor hem de sarığı çözüyordu. Çözdü ki ne görsün… Metrelerce uzun sandığı büyük kavuğun içi, işe yaramaz bez ve pamuk parçalarıyla dolu. Kala kala elinde bir parçacık bez kaldı. Sinirlendi, yere atarak, ‘ben de bu gösterişli şeyin içinin de dışı gibi olduğunu zannetmiştim, seni hilekâr seni’ diye çıkıştı.

Derviş, ‘oğlum’ dedi, ‘dünya tam da böyledir.

& & & & &

Gerçek Has

Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı; Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin bir zamanlar çok sevdiğim bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu. İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdumduymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı. Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak ‘niye?’ diye sordu. ‘Gerçekten belli bir sebebi yok’ dedim, ‘sadece yoruldum.’ Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki! Sonunda sordu: ‘seni caydırmak için ne yapabilirim?’ Demek ki söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu. ‘İşte mesele tam da bu’ dedim.

‘Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.’ ‘Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâlolacak. Bunu benim için yapar mısın?’ Yüzümü dikkatle inceledi ve ‘Sana bunun cevabını yarın vereceğim’ dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı. ‘Sevgilim’ diye başlıyordu, ‘O çiçeği senin için koparmazdım’ Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim. ‘Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.’ ‘Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.! ‘Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var’ ‘Ağrılarının her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.’

‘Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var.’ ‘Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında görülmesini istemediğin beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.’ ‘Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.’ Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer-yer dağılıyordu.

Gözyaşlarım mektuba düşüyordu. ‘Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lüften kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.’ Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi. Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim. Bu gerçek aşktı…

İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz. Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil… Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz… Ama hep oralarda bir yerdedir. Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır. Hayat tam da böyle bir şeydir.

Günün Şiiri

Suskun
Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu
Bir daha hangi ana doğurur bizi?
Ruhum… Mısra çekiyorum haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu…
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği…
Ağlıyor yeşil.

Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram…
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gökkuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su…
Ağıyor yeşil.
Ahmed ARİF

Günün Fıkrası

Bir gün, adamın biri sahilde tek başına yürürken bir deniz kabuğuna tekme sallamış. Deniz kabuğu biraz yuvarlandıktan sonra bir kayaya çarparak kırılmış ve içinden kocaman bir cin çıkmış. Cin sevinçle “Yüzyıllardır bu deniz kabuğunun içindeydim. Beni buradan nasıl çıkardığını bilmiyorum ama bir istekte bulunmayı hak ettin!” demiş.

Adam da; “Ben kanarya adalarını çok merak ediyorum. Şimdiye kadar orayı hep dergilerde ve tv’de gördüm ama hiç gitmedim. Buradan, denizin üstünden bana bir yol yap; ben de canım sıkıldıkça arabama atlayıp oraya gidip geleyim” demiş.

Cin, kendi kendine “yahu bunun asfaltı var, direkleri var. Dünyanın da yolu, hem denizin üstünden yol yapmak da mesele, bir kere zemin sulu,…” diye düşünmüş; ve adama: “ya bu biraz teferruatlı bir şey, başka bir şey isteyebilir misin? para veya ışınlanma gibi…?” demiş.

“Pekala!” demiş adam.”Şimdiye kadar 7 kere evlendim, bunun haricinde de hayatıma bir sürü kadın girdi, ama şu kadınları bir türlü anlayamadım. Bana öyle bir yetenek ver ki şu kadınları anlayabileyim” demiş. Bunun üzerine cin adama bakmış ve: “Yolu Kaç Şeritli İstersin?” demiş…

Günün Sözü

Zeki adamlar söyleyecek bir şeyleri olduğu için konuşurlar. Aptallar, konuşmaları gerektiği için.
Platon

İnsan “ne ise o olmayı” reddeden tek yaratıktır.
Albert Camus

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here