Köy Enstitülerini Selamlamak!

0
93

“İş içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitim!” Bu ilkeyle özetlenir genelde Köy Enstitüleri.. Ve eklenir: Araştırmanın, gözlem ve deneyin, iş ve üretimin, yapıcılık ve yaratıcılığın olmadığı yerde eğitimin bireysel ve toplumsal bir yararı da olmaz!

Bilgi, amaç değil üreticilikte ve yaratıcılıkta bir araçtır Köy Enstitülerinde.. Halkın kültür değerleriyle beslenmiş, iş içinde eğitim bilgileriyle donanmış, yaşamı olumlu yönde etkileyebilecek niteliktedir öğretmenleri.. İnsanı yabancılaştırmayan, yaratıcı gücünü ulusal yaşama katan bu insancı-toplumcu eğitim kurumlarında, iç içedir demokrasi ile eğitim.. Demokrasi içeren eğitimle dönüştürür yetilerini yeteneğe öğrenciler.. Çıkar açığa çok sayıda ünlü sanatçı, yazar, eğitimci, politikacı Köy Enstitülerinin ürünü olarak..

Her yıl 17 Nisanlı sabahlarda tan yeri gibi ışır zihinlerimizde, Mustafa Kemal’in, “memleket mutlaka modern, medeni ve yeni olacaktır. Halkımız yenilik taraftarıdır. Halk müreffeh müstakil ve zengin olmak istiyor” teorisini pratiğe geçiren Köy Enstitülü öğrenci fotoğrafları.. Ya sonra? Sonrası edebiyat! Mesela, öğle sıcağında silerken alınlarından “kerpiç döken, duvar ören, tarla süren, demir döven, çatı çakan, yapı yapan” yoksul öğrencilerin terlerini, uzar ikindilerde akşama koşan gölgeleri karanlığın.. Ve kalır gecelerimize mehtabı zengin Köy Enstitülü anılar!

Erdem Beyazıt’ın, “Önde Gidenler İçin” adlı şiiri; “Onlar gittiler / yalnız bir yemin kaldı aramızda” dizeleriyle başlar, “Onlar Gittiler / Topraktan bir işaret taşıyarak alınlarında!” diye devam eder, “Onlar gittiler / Gelen zamandan bir haber gibiydiler / Ben şimdi bu yanda / İçilmiş bir ant için bekleyenim” dizeleriyle biter!

“Yenilgi, yenileni takdis etmez; o sadece diğer tarafın daha güçlü olduğunu belirtir. Yenilgi, gelecekteki zaferleri içerebilir. Tam tersine, uzak zaferleri ‘zamanda ve mekanda’ tekrarlamak için çabalar, sadece bir yenilgiler geçmişini ebedileştirebilir.” Bu cümlelerin hemen altında “Bu yenilginin diyalektiği midir?” diye sorar Russell Jacoby, ‘Yenilginin Diyalektiği’ adlı kitabında. (s.19, Doruk Y. 1999, Ank.) İçeriğinden soyutlanarak yüceltilmiş ve fakat yeniden üretilmemiş pratiksiz teorinin literatür zengini olduğunu, dolayısıyla yenilginin ebedileştirilmesinin temelinde “konformizm” bulunduğunu okuruz söz konusu kitabın ileriki sayfalarında.. (s.29, 76)

Soralım yenilginin diyalektiğini yaparak biz de: “Köy Enstitüsü ve enstitülü” eğitim literatürümüz “fakir mi?”  Hayır, “Fakir Baykurt’lu edebiyat değil sorunun kastı.. Ya? Her yıl 17 Nisanlarda, konforlu odalarda yazılıp konferans salonlarına sunulan yüzlerce makalenin ortak paydası ne? Yenilgiyi kutsamak mı yoksa? Ya öncesinde? Binlerce kitap, milyonlarca makale.. Duvarları “kerpiç ev” tablolu odalardan yazılan ve yenilgiye methiyeler içeren romantik makalelerin nedeni yoksa bu mu? Köylerdeki pratiği şöyle dursun, enstitülerde uygulanan eğitim teorisinin kentlerde yeniden üretilememesinin nedeni acaba yenilgiler geçmişini ebedileştiren enstitüsü edebiyatı mı?

 “Topluma hizmet” alanlarından biridir eğitim.. Yalnız “kal (söz) değil,” aynı zamanda “hal ehlidir” bu anlamda eğitimciler.. Fikret’in sözleriyle, “taraffiyet, hasebiyyet, nesebiyyet” ayrımı yapmadan tabi ki.. Ve fakat inanmadığı halde inanıyormuş gibi görünerek değerlerden nafakalanmak isteyen eğitim münafıklarını da yok varsayamayız elbette..

Uzun yıllar çalıştım Samsun, Çorum, Zonguldak’ın, “konfordan” uzak dağ köylerinde.. Halkçılık teorisinin pratiğini yaşadım her sabah çorapsız lastik ayakkabılarla kar kış, yağmur yaş demeden koşarak gelen öğrencilerimde.. Lastik ayakkabılardan kurtaramasam da onları, bir çift çorap olmaya çalıştım ayaklarına! Edebiyat mı bu?

 Ya sonra? Sonra dağlardan, bereketli ova üzerinde modern yapılarla yükselen, Sinop, Samsun, Adıyaman dağ köylerinde evleri baraj altında kalanlar için yapılan “Göçmen Evleri” diğer adıyla Reyhanlı, Tayfur Sökmen köyüne geldim Hatay’ımızın.. Bir sabah dilinden Köy Enstitüsü edebiyatı eksik olmayan “ilerici” bir bayan öğretmen arkadaşla giderken okula, gördük, yol üzerinde bir kadın kuruması için tezek bırakıyordu kaldırıma.. Görünce elleri tezek içindeki anayı, ekşitti yüzünü, geriye döndü hoca hanım yönünü! Söylemesem yabancılaşacaktım düşlerime..“Hoca hanım” dedim okulda en edebi tavrımı ses tonuma yükleyerek; “ekşitince yüzünü, acıyla yandı yüreğim! Sen tiksindin tezekli ellerden, ben tiksindim kalemli ellerden!”

Sözde toplumcu o arkadaşın konforlu evinin duvarlarında da vardı “ibriklerle, kerpiç evlerle, yırtık pırtık çullarla nakışlı” tablolar! O tür edebiyatın bir tür savunma mekanizmasıydı “halk bizi anlamıyor” türünden kibirli sohbetler! Yırtık pırtık çuldan kilime, kilimden halı iklimlerine taşınmak isteyen halka, “hasırlı pikniklerle” çalım satmak gibi mesela! “Eli tezekli” anaların çocuklarını dışlayarak oluşturduğu “konforlu” özel sınıfından sözde toplumculuk edebiyatı yapan, “fırsat ve imkan eşitliğinin ruhuna fatiha” okuyan, bir çok “yen içinde kırık kollu” öğretmen arkadaşın öyküsünü “yen dışına” aktarabilirim yenilginin diyalektiğine atıfla  edebi bir üslupla bu anlamda.. Ve fakat ne gereği var! Diliyle söylediklerini elleriyle yalanlayan, özetle hal ehli olmayanların hak, hukuk, eşitlik özlü değerler üzerinden nutuk çekmelerinin bir değeri var mı ki gereği de olsun!

Selam ve saygılar…

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here