Haklının Yanında Olmak!

0
107

Gazeteler, “haberler” üzerinden “bilgi” sahibi olmamızı sağlıyor.. Gazetecilik; ‘olaylara tarafsız tanıklık yaparak tarihe sansürsüz not düşenlerin” mesleği olarak tanımlanıyor.. Uğur Mumcu da; “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz!” diyor..

Bilgi, gündelik dilde haberli olmayı içerse de, bilmek için akıl yürütmek gerekiyor.. Dolayısıyla haberli olmak, bilmek demek olmuyor! Bilgi, gerçeğe uygunluk ve doğruluk bağlamında zihinsel aydınlığımızda “vücut” bulduğunda bir anlam oluşturuyor.. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” sözü de bu türden anlamın değerini işaret ediyor..

Francis Bacon “Bilgi güçtür” diyor.. “Güç” sözcüğünün iki anlam karşılığı bulunuyor; “1;Bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği anlamıyla kuvvet. 2;Ağır, yorucu emekle yapılan zor, çetin iş.” Bilgi; düşünme, yargılama, akıl yürütme, okuma, gözlem ve deney yoluyla elde edilen “düşünsel ürün” ya da “öğrenilen şey” olarak tanımlanıyor.. Tanımlardan da anlaşılacağı üzere habersiz bilgi, bilgisiz fikir sahibi olunmadığı gibi, fikirsiz aydınlanma da olmuyor.. Bacon ve Mumcu’nun  sözleri de dahil, yöneldiğimiz sözlerin nedenlerini içerdiğimizde;  gerçeğe uygunluğu, doğruluğu  zihinsel aydınlığımızda “vücut” buluyorsa, sözlerin hak olduğunu söylemek “vicdani” bir sorumluluk oluyor.. Ki, “aydın” da; hak söz sahiplerinin “hak” ettiği bir sıfat oluyor..

Hemen söylemeliyim ki ben aydın kişileri; güce biat eden değil; “kınayanın kınamasından korkmadan”  birlikte yaşamın “barışı” adına Hakk’a “davet” eden “ilkeli” şahsiyetler olarak kabul ediyorum.. Hakk’a tanıklık bilgileri üzerinden “barışa” davet etmenin ise belirli bir mekânının ve zamanının olmadığını, dolayısıyla da ertelenemeyeceğini düşünüyorum..  Bu bağlamda gücü elinde tutanların, güce boyun eğmeye zorladıkları bir dönemde, korkusuzca uzattığı giyotinden başını kaldırıp; “Güçlü olan haklı değildir, Haklı olan güçlüdür” haykırışıyla gücü değil Hakk’ı kutsayan ve “İnsan ancak haklı güce boyun eğmelidir” diyen (Toplum Sözleşmesi,  s.18,  Adam Y.) J.J Rousseau’nun, “aydın” sıfatını “hak” edenlerin önünde “vücut” bulduğunu söylemek de, “vicdani” bir sorumluluk oluyor..

 Güçlü olan, gücünün hak yarattığı savıyla insanları boyun eğmeye zorluyorsa, barış içinde yaşamanın ışığını da karartmış oluyor.. Dolayısıyla zorba; insanların aydınlık içindeki yaşamlarını karanlıkla değiştirenlerin sıfatı oluyor.. Ki bu da zulüm demek oluyor..

Zulüm; “bir şeyi kendi yerinden başka yere koyma” anlamlı Arapça ZLM kökünden geliyor..

Kainatta var olan her ne varsa hepsi de kendi yerinde vücut buluyor.. Bu halde kainatı oluşturan güç, Haklı bir güç oluyor.. Ki bu haklı güç, gücünün kaynağını “nur” olarak beyan ediyor.. Nur; aydınlığın, ışığın, Hakk’ın sıfatı oluyor.. Bir şeyi kendi yerinden, hak olmayan başka yere koymak için de bir güce ihtiyaç olduğu ve bu anlamla zalimin, karanlık bir güç sahibi olduğu da anlaşılıyor.. Ki tarihsel süreçte insan, bu karanlık güce boyun eğerek, ışıklı yaşamın barışı adına Hakk’a verdiği sözü karartıyor ve nurlu yerini nefsinin zulmüyle değiştiriyor.. Vücut bulduğu dünyada ise, “ahde vefa”sızlığının izini taşıyan vicdanı, tanık olduğu her haksızlıkta duyumsadığı sorumlulukla sızlıyor!

“Vicdan, sızlar” diyor vicdan üzerine yazdığı makalesinde vicdansızlara atıfla Güven Güzeldere.. Ve ekliyor: “İyi ki sızlar!” (Psikeart Dergisi, sayı 25, 2013)

Kafka, haksız bir güce boyun eğişin (ki bu güç kapitalist sistem oluyor) olağanüstü trajedisini anlatıyor; “Gregor Samsa, bir sabah kötü bir rüyadan uyandığında, kendini yatağında korkunç bir böceğe dönüşmüş olarak buldu”  cümlesiyle başlayan “Değişim” adlı romanında.. (s.11, Timaş Y. 2003 İst.) Arka kapaktaki; “Yaşamı sorgulama gereği duymayan teslimiyetçi birey kimliğine başkaldırışın öyküsü” nitelemeli tanıtım yazısına atıfla, “haksız güce boyun eğmeseydi, böceğe de dönüşmeyecekti” denilerek kişisel vicdanların sızısı merhemlense de, bu bireysel savunma veya suçlama toplumsal vicdanının sızısına merhem olamıyor.. Kafka, benzer bir güce boyun eğişin (ki bu güç de sistemin bürokrasisi oluyor) trajedisini de; “Biri Joseph K’ya iftira atmış olmalıydı. Çünkü hiçbir kusur işlememiş olmasına rağmen bir sabah ansızın tutuklandı.” (s.7, Ntv Y. 2009, İst.) cümlesiyle başlayan “Dava” adlı romanında anlatıyor.. Kitabın ön sayfasındaki; “Suçunun ne olduğu hiçbir zaman açıklanmayan, masumiyetini kanıtlama konusunda umutsuzluğa düşerek boyun eğen Joseph K.’nın öyküsü” nitelemeli tanıtım yazısı ve söz konusu romanın, “sanki bu utancın o öldükten sonra bile sürmesi gerekiyordu” bitiş cümlesine  atıfla, “her şeye rağmen zulme dolayısıyla haksızlığa karşı direnmenin insanı yaşarken böcekleşmekten kurtaracağı” dile getirilerek kişisel vicdanların sızısı merhemlense de, bu bireysel savunma veya suçlama da toplumsal vicdanının sızısına merhem olamıyor..

Son tahlilde ben, ilkesi “marufu emr, münkeri nehy” olan insanların; vicdanları sızlatan her türden haksızlığın karşısında, Hakk’ın ve haklının yanında, birlikte yaşamın barışı adına eliyle veya diliyle yahut kalbiyle saf tuttuğuna inanıyor ve şayet Kafka’nın “Değişim” ve “Dava” romanlarında söz edilen konular üzerinden vicdanımızın sızladığını duyumsuyorsak, Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” kitabına atıfla, bizim de aynı safta olduğumuzu söyleyebiliriz diye düşünüyorum..

Selam ve saygılar…

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here