Dört Mevsim Masalı ve Bir Şiir

1
88

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Kendi hikayemizi kendimiz yazıyoruz gibi görünüyorsa da öyle sanıyorum ki aslında bizim bir şey yaptığımız yok, her şey olması gerektiği gibi oluyor, bizde bize biçilen rollere uygun olarak oynuyoruz işte şu hayat dediğimiz, soluklanıp, yaşamadan yaşlandığımız zaman diliminde! Haksızlık yapıyorum herhalde bu kadar da değil yani! Ancak düşünüyorum ve yine sabırsızım yazmak için bile.

Ve zamanı hiç bitmeyecek şeymiş gibi sananlara acayip hayretim. Aslında kızgınım, aslında suratımı astırıyorlar, aslında onlara yazıklanıyorum. Ve hayatın bize yaptırdıkları bu diye düşünmeye gelince de duruyorum. Oysa bu hayatın onlara biçtiği rol ise buna uymaları gerekiyor her halde değil mi? Neden onlara kızıyorum ki? Neden kendimi hikayeler yazabildiğim için seviyorum ki. Aslında kimsenin bir şey yaptığı yoksa her şey yaptırılıyorsa? Tamam anlaşıldı bugün kafamda sabırsız düşünürken karıştırıyor her şeyi. Bu da böyle yaptırılıyor diye düşünmem mi gerek? Off valla anlamıyorum, anlatamıyorum en iyisi biz bir dört mevsim masalı okuyalım ne dersiniz.

Dört Mevsim Masalı

“Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.

Nöbetçi: -Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü… İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.

Toprak Ana: -Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar. Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış.

Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya: -Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.

İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış. Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine: “-Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim, demiş. Sonra po da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.

Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya: – Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim, demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da: -Benim adım kış, benim adım kış diye bağırıyormuş. Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış: -Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.

Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar”

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım yürüyüş yapıyorsanız köprüde olta atan meraklı vatandaşları görüyorsunuzdur. Dün baya bir zamanımı orada geçirdim hava serin ve temizdi bu yüzden rahatlıkla oraya takılabildim. Çok değişik insanlar var hemen göze çarpan. Koca göbekli takım elbiseli ilk göze çarpan, belli ki bu işten çokta anlamıyor, gözlerinde endişe bunun açık belirtisi gibi. Şakakları, bıyıkları kırlaşmış gözlerinde delici bir bakış, dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarası ile gerçek karakterler falan. Bu karakter umarsızca atıyor oltayı bekliyor. Yaşı geçkin ancak acayip bir enerji, bir geçmiş görmüşlüğün havası var üzerinde eskilikten dökülen giysilerine rağmen. Yanında asık suratlı genç bir çocuk, koyu esmer teni, düzgün bir profili ve nedense asık ince çok hoş bir suratı olan. Pat atıyor oltayı pat çıkıyor istavritler onlarca kişi var hepsi atıyor oltalarını, dikkatli bakışlarla özellikle takım elbiseli, kısa boylusu her oltayı çekip tekrar fırlatırken daire gibi dönüyor kaldırımda içimden gülümsüyorum… Ayaklarında terlikleri olanlar, öğrenciler ve benim gibiler hep birlikte inceliyoruz onları hiç kimsenin oltasına takılan yok. Yalnızca o asık suratlı somurtkan ancak nedense çok sevimli olan bu çevreden habersizmiş gibi durup aslında her şeyin ayrımında olan genç çocuk. Oltasını çekince sanki çok normal bir şeymiş gibi balıkcağızı tutup koparıyor oltadan ve yeniden atıyor oltayı.

Yüzünde ne ufak bir sevinç ya da başka bir şey oluşmuyor, sıkı dudaklar çatık kaşlar umarsız bir bakış. Orada durup izliyorum uzun, uzun birleri geliyor birileri gidiyor ve orası bir garip kalabalıklaşıyor. Çok seviyorum bu insan manzaralarını üşümesem onların hepsi dağılana dek orada kalırdım. Köprünün altından geçen su çamurlu naylon torbalar yüzüyor, sünger topları ve baya bir kirlilik var. Ancak bu kimseyi ilgilendirmiyor. Bir kadın geliyor haşır, haşır bir torbadan bir şeyler çıkarıyor ekmek parçaları ufalayıp, ufalayıp atıyor sulara, sonrada çekip gidiyor selamsız sabahsız kupkuru bir yüzle! Buna da çok şaşıyorum asla böyle bir şey yapamam ben illa bir selam vereceğim ya da gülümseyeceğim ya da el falan sallayacağım. Birisi birinin yanında dururda en azından başıyla bir hafif selam veremez mi? Vermiyorlar kendilerinden başka kimse yok gibi davranıyor herkes. Neyse bir şiir geldi aklıma bölük, bölük balıklar hakkında netten doğru dürüstünü indirdim birlikte okuyalım mı ne dersiniz bakalım bizim sevimli istavritler ne söylüyor? Masal gibi bir yıl dileğiyle. Sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Yase

Günün Şiiri

Küçük İstavritin Öyküsü

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya…

Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.

“Dudağı yarıklar ” denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü , insanı
oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları
hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansız uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına,
iki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
” Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki
küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar
hep bir umudum olsun diye… “

1 YORUM

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here