Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Klasikleri okurken hissettiklerim geldi aklıma. Ve bazılarının sinemaya uyarlanmış senaryolarını izlediğimde hissettiklerimi… Kitabını okuduğum romanların sinemaya uyarlanmış hallerinden oldum olası hoşlanmam. Ancak Anna Karenina’yı izlediğimde harika olduğunu düşündüm. Ve kendimi ilk karesinden Anna Karenina’nın yerine koydum. Şimdi bile içim acıyor, buruluyor, gözlerime yaş doluyor. Okurken de öyle olmuştum ilk yıllar önce izlediğimde de. Aslında yerinde olmak istemezdim.
Belki yasak bir aşk yaşamaktansa aşkı içimde büyütmek isterdim. İlk okuduğumda kitabı, daha tutucuydum gençlik öyle bir şey işte kıskanç ve tutucu oluyor bazen. O tutuculukla asla böyle bir aşkı yaşamak istememiştim kesinlikle. Ancak Anna’yı bu aşkı yaşaması için teşvik etmiştim tuhaf bir şekilde. Suç ve cezada da Bazarof’un yaptığını asla yapmam diyordum ama onu da teşvik ediyordum yine tuhaf bir şekilde. Nasıl bir şey bu… Kendini güvene almakla eylemin içinde olmak ikilemi. Demek her iki kitapta da kişilik bölünmesi yaşıyordum!
İki kitapta bana kendim hakkında dehşete düşeceğim bilgiler vermişti aslında. Bazen insan kendine kesin çizgiler koyar ve dışına çıkmaz çizgisinin ne olursa olsun… Başıma gelse şimdi böyle bir aşk ne yapardım? Yaşayabilme cesaretim var mı? İlk gençlikte hayır asla dediğim şeye şimdi yaşamak isterdim diyorum. Ama yaşar mıydım? Bilmiyorum ve sanırım kimse başına gelmeden bilemez. Ya da hayır yaşamazdım çünkü korkardım. Önce kendimden ve kendime çizdiğim sınırlardan, sonra toplum baskısı ve en yakınlarını kaybetme korkusundan.

Kardeşime soruyorum, o kesin yanıt veriyor “Hayır yaşamak istemezdim ve yaşayamazdım. Çünkü bilirdim ki insanlar ikiyüzlü ve kimseye güvenmediğim için oluşabilecek en ufak bir kıvılcıma bile neden olacak şeyler yapmazdım.”
Harika bir özgüven ve oto kontrol… Hiç esneme payın yok mu diyorum. Yok diyor. Sevgili arkadaşıma soruyorum. Asla diyor kesin bir şekilde. Böyle bir aşk yaşamak istemezdim, hem kendimi hem çevremi bunca üzen bir aşk eksik olsun. Bir kez evlendin mi biter o kadar, öyle yüreğinin götürdüğü yere git masalları aslında doğru değil diye bombardımana tutuyor beni, sonra insaf geliyor ama diyor. Yani o an gelince aslında ne yapacağını bilmez olabilir insan. Ona da saygım var. Ama beni soruyorsan asla Anna olmak istemezdim.
Başka türlü aşk mı yok? Uzaktan sevmek örneğin mektupta yıllar eskitmek falan İngiliz hastada olduğu gibi aşkını içine gömerek yaşamak falan da var yani değil mi? Ama iyi ki Tolstoy yazmış bak yazıldığından beri birçok insana ekmek kapısı olmuş, katılarak gülüyorum. Nasıl değişik bir bakış bu diye. İmreniyorum.
Ben istemezdim derken, aslında yan cebime koyun der gibi miyim aslında. Ama kesinlikle şunu biliyorum ki sinemadan çıkarken, allak bullak olan dağarcığımızı toparlayabilmek için uzun bir yol yürüdük ve kendimi aniden rahat hafif hissettim. Çünkü izlediğim yalnızca bir film! Aslında ne Anna olmuştum ne de yüreğim bu kadar kırılmıştı. Ne vicdanımla aşkım arasında sıkışmamıştım. Demek aslında sorumlulukta yüklenmek istemiyoruz aşkın sorumluluğu omuzlarımızı çökertiyormuş ondan kurtulduğumuzu sandığımız anda kendimizi rahat ve hafif ve güvende algılamamız ondan değil mi ya ağlayasım var valla?

Ve sevgili okuyucularım Emre’ye soruyorum. Ne hissettin böyle bir aşk yaşamak ister miydin? Hiç düşünmedim diyor. Onun aşkı uzaktan sevmek nasılsa, düşünmek zorunda olduğu bir şey yok, omuzlarına ağırlık verecek bir aşk yaşamak ister mi ki?
Valla sevgili okuyucularım ister Anna olmak için izleyin ister Wronski olmak, isterseniz de Anna’nın eşi olmak için. Ya da Emre gibi yalnızca Keira Knhigley ve filmi izlemek için… Ama hala izlemediyseniz mutlaka izleyin çünkü gerçekten muhteşem bir film izlemiş olursunuz.
Ve arkadaşımın dediği gibi sinema sektörüne katkıda bulunmuş olursunuz. Ve şimdi sağlık, sevgi ve birlik ve beraberlikle hep birlikte her zaman kalalım diyorum sevgili okuyucularım. Yase
Günün Şiiri
Kuşkucu
Bir sorunun yanıtını bulduğumuzu
sandıysak ne zaman,
içimizden biri çözüverdi
duvardaki eski
Çin perdesinin ipini,
ve açılan perde gösterdi bize
bir sıra üzerinde oturmuş olan
kuşkucu adamı.
Ben, dedi bize o,
kuşkucuyum.
Kuşku duyarım
iyi yapıp yapmadığımızdan
günlerinizi yutan işi.
Söyledikleriniz daha kötü söylenseydi
değerli olup olmayacağından.
Kuşku duyarım
kendinizi söylediğinizin doğruluğuna bırakıp
iyi söyleyip söylemediğinizden.
Çok anlamlı olmasından kuşku duyarım;
her yanlış anlamadan siz sorumlusunuz çünkü.
Ama tek anlamlı da olabilir
ve nesnelerin çelişkisini örtebilir;
gereğinden fazla tek anlamlı mı yoksa?
Öyleyse, yararsızdır söylediğiniz şey.
Yaşam yok demektir söylediğinizin içinde.
Olayların akışı içinde misiniz gerçekten?
Gelişen her şeye eyvallah mı diyorsunuz?
Siz gelişiyor musunuz? Kimsiniz siz?
Kimdir konuştuğunuz?
Söylediklerinizden yararlanan kim?
Ha, bir de şu var:
Ayıltıcı mı? Okunabilir mi sabahları?
Bir bağlantısı var mı varolanla?
Cümlecikler kullanıldı mı, sizden önce söylenen?
Ya da çürütüldü mü en azından?
Her şey doğrulanabilir mi?
Deneyimle mi? Hangi deneyimle?
Ama hepsinden önemlisi,
her zaman, her şeyden önemlisi şu:
O nasıl davranır?
İşte hepsinden önemlisi…
Düşünerek, merakla izledik
perdenin üstündeki kuşkucu mavi adamı,
sonra birbirimize baktık ve
hadi, dedik, sil baştan.
Bertolt BRECHT
Günün Sözü
İyi bir kitabın, iyi seçilmiş ve iyi bakılmış bir meyve ağacına benzediğini söylemek, hakikaten daha azını söylemek demektir, onun meyveleri yalnız bir mevsimlik değildir.
Calvin Coleridge
İstediğin olmuyor diye üzülme, Ya daha iyisi olur, Ya da hayırlısı budur.
Hz. Mevlana




