Yol Hikâyemize Devam Ediyoruz…

0
106

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dün bahsettiğim sıkıntılı durum halen sürse de hayat devam ediyor. Bugünkü yazımızda dün başladığımız ‘Bir Yol’ Hikâyemizin devamı var. Sağlıcakla kalın, iyi okumalar… Yase

Bir Yol-Ahmet Hamdi Tanpınar (2)

-Dünden Devam-

Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Her hangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde, bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız…

Felaketim şu ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz. Bu gülüşümden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor. Kendi kendini bulmak… Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile, zaman ile kendi arasındaki alakanın istihzasına geçiyor; bu bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu cenneti… Bu uyanış şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesiyle doludur.

Bakınız, bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğumuz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyordum, oğlum ayaklarımın dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım onun dizlerine abanmış, elinin hareketiyle beraber gidip gelmeğe çalışıyordu. Odamız sıcak ve sakindi. Bu aile ve ev dediğimiz acaip kuruluşun o cins anlarından biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde ara sıra gidip gelen gölgelerimize bakan her hangi bir yolcuya ufak bir kıskançlık hissi verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı acı düşüncelere daldırabilirdi.

Nasıl oldu ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alakalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her bir vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın hakikatine uyanmıştım. Bu ne Baudelaire’in çift odasına, ne de Quincey’nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği bir nevi cürmümeşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası olabilir? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadiğar gibi duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acaip ve manasız eşya arasında, bu şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi soruyorum. Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır; soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime “Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?” diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlayamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. “Burası bizim (rafımız olsa gerek…” diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım.

Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu ben o geceye kadar anlayamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, gözaltındaki her hangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, her gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?

Karşımda bana arkasını dönmüş, tavla oynayan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf, başı tepesine doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün sokakta, dairede, lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık omuzlarının arasına sonradan yapıştırılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük, ikide bir kontrolsüz bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki görünmeyen zehirli bir böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu kemikli başın ikide bir böyle arkaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir şeydi! Bir iki defa yanındakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru çevirdi.

Ne karışık bir çehresi vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı, kırışık ve çizgi içindeydi. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde kızararak, konuşarak, şansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir şey olmuş gibi bir an durdu, düşündü. Sonra hafif bir omuz kaldırışıyla ayağa kalktı, yukarıda bahsettiğim el işaretiyle fikri sabitini bir kere daha koğdu. Oyun arkadaşıyla hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine katlanmış hüviyetiyle, fakat bu sefer nispeten daha sakin bir yüzle kahveden çıkıp gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Ayakta neyi düşündü ve neye karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkûmdu ve neden kahveden çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükûnet ve kayıtsızlık vardı? Muamma.

Tam karşımda ayak ayaküstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını sallıyor, bir taraftan da mütemadiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir adamdı bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi. Kim bilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sır sızmaz maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken ellerinin ve kollarının mübalağalı işaretleriyle kendisini adeta dört bir tarafa dağıtır gibiydi.

Bütün bunları düşüne-düşüne eve döndüm. Bu sessiz ıstırabı, bu adeta tabii addedilen cehennemi görmek beni biraz teskin etmiş, kendi hayatımla aramda biraz evvel bozulmak üzere olan muvazeneyi iade etmiş gibiydi. Bununla beraber o muvazeneyi bir daha hiç bir zaman bulamadım. Olan olmuştu. Artık bundan sonra bu bende bir itiyat oldu.

-Devamı Yarın-

Günün Şiiri

Bir Portre İçin Taslak

Gece bir geyik bahçesidir bazan

ürkek, korkulu, nefes nefese,

çünki hep birileri gelecektir

hep birilerine gidilecektir

düşlerin ve şarapların üstüne.

İşte düş de, şarap da bozgunda,

tatsızdır camın önündeki deniz

süzülen martılardan ne çıkar?

Geldiler gürültüleriyle

beşli, onlu bir can sıkıntısı.

Hiç kıpırdamaz, hiç anlamaz

çünki biz demek ben değiliz

kuşun nasıl uçtuğunu bilmeyiz

bir yeşilin ne olduğunu da.

Bir geceye mi çıkıldı? Onlar da var

yürekleri ve elleri nasırlı,

kimseler bir şey anlatmıyor

çiçeğe, suya, göğe ait

nasılsa bir aradalar.

Saatler ölümle bitişik ama bilinmez

işte gidiyorlar mı? Gitsinler

bardak ve sokak onun olur böylece.

Bozulmuş estamp bir gökyüzüydü

bazı adamlarla daralan.

Böylece kalkar engel

bir duyudur oturduğu yerde artık

çocuklarla çocuk olan.

Çıkarır salar mavi kuşları

kendi göğüne kendindeki ormandan.

Demek gittiler. İyi öyleyse

duyabilir saatlerle ölümü,

isterse eşkıya bir aşkla süsler

bazan da acılarla onu.

İskelede bir vapur vardır, o güzel

iki kişi yeter dünyayı anlamaya,

birinin ağlamasıdır herkesin ağlaması

tutar yüzünü elleriyle siler.

Ne olur geyikleri bahçede bırakın

ne anlatabilir çoklar çoklara?

İşte bir cam parçası, bir çakıl

hadi gidip biraz yalnız kalın.

Elbette kavgamız yine kavga

elbette aşkımız yine aşk.

Bakın, konyaklar içiliyor

hüzünden yapılıyor denizler

ama hadi, yalnız kalın.

Bir çocuk mu ağlıyor? Duydu

çünki bütün çocuklar ondan geçer

kırık oyuncakları, kirli yüzleriyle

Kamburunu çıkartır, usulca yürür

en iyi böyle duyulur gece.

Gece çoğaltılmış bir umudur

sessiz vapurlarla, kısık ışıklarla,

adamlar bir şey arar içkilerden

kadınlar bekler yünleri ve hüzünleriyle.

O da bir kadındır sıkıntılar yapan

renkli kağıtlar ve elişleriyle.

elbette büyütür bir gökyüzünü

el sallar gece otobüslerine,

bir gazete alır, bir cümle yazar

çünki herkes korkar yalnızlıktan

ve her yerde bir intihar vardır.

Kendiyle yenilir her hüzün

bırakın geyikleri bahçesinde,

birlikte söyleyelim teklerden koro

“her yerdeki intiharları durduralım

her biçimdeki intiharları durduralım”

Ama hadi, yalnız kalın.

Ahmet OKTAY

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here