Tatildeyiz ve Yorgunuz

0
112

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bendenizi sorsanız yorgunum valla. Yüzmek, yürümek gerçekten dinginlik veriyor ancak her şeyi kararında yapmak gerekir yoksa yorgun düşmek kaçınılmaz olur ki bu da sorun ruhuna aykırıdır. Bunu biliriz, biliriz de bir tur daha, bir tur daha diye-diye sudan çıkamayacak kadar yorarız kendimizi. Ve bu sabah sanırım bu oldu. Şöyle bir uzanıp rahat-rahat serin havada uyuklamak vardı yani. Ama nerede o günler, daha bir sürü işimiz var. Zaten yazlıkta tek fantezimiz yüzmek ve yürümek belli saatlerde onun dışında sürekli çalışıyoruz.

Söylemiştim ya yeni çocuk kitabımızı hazırlıyoruz, bitirmek zorundayız bayram gelmeden önce hem yazıyor, hem düzeltiyor, hem resimliyoruz… Yalnız bu olsa iyi… Okuduğumuz kitaplara (iki güne bir kitap) dergiler, gazeteler, her sabah ilk iş.

Ve ev işleri var ki börek, çörek, yemek, temizlik. Allah’tan kardeşim bakıyor temizlik işine yoksa düşünemiyorum bile. Yani sabahın köründen değil saat on gibi uyanıyor ve koşturma gecenin geç bir saatine dek sürüyor. Gören bizi tatil yapıyor sanıyor hoş bizde kendimizi öyle sanıyoruz ya. Ve şimdi güzel bir öykü var dağarcığımda paylaşılmak için bekliyor.

& & & & &

Üç Kardeş

Bir zamanlar ülkelerin birinde bu ülke Arabistan’da bir yerde olmalı. Bin bir gece masallarının çıkış yeri orası ya. Neyse ülkenin hükümdarının üç erkek çocuğu varmış. Bunlardan biri atıcılık konusunda ustaymış. Diğeri elle savaşmakta ustaymış, diğeri ise kılıç kullanma ustasıymış. Çocuklar kendi aralarında sürekli bu yeteneklerini denerlermiş ve her gün kavga gürültü olurmuş evde birbirlerini yaraladıklarından dolayı. Bir gün anneleri dert yanmış hükümdara “bu çocuklardan doğrusu korkuyorum” demiş. Bunlar ülkeyi üçe bölerler böyle giderse demiş bu yüzden önlem alman gerekir. Hükümdar hak vermiş eşine. Ve çocuklarını ülkenin dört bir yanına göndermiş, kendilerini eğitsinler, halkın içine karışsınlar diye.

Kardeşlerden biri Tibet keşişlerine ait bir manastırda, her derde deva olan bir elmanın olduğunu duyuyor. O elmayı satın almak istiyor ama ona bu elmanın satılık olmadığı söyleniyor illa istiyorsa mücadele vermesi gerektiği anlatılıyor. “tamam” diyor “ne istenirse yapacağım.” o zaman diyorlar şu hedefi tam yirmi dörtten vurabilir misin? Bir hedef koyuyorlar. Atıcılık yönü güçlü olduğu için hedefi tam yirmi dörtten vuruyor çocuk. Herkes şaşırıyor, yine aynı yere bir hedef gösteriliyor. Bu hedef önceki okun ucu! Çocuk yine hedefi tutturup okun içinden geçiriyor ikinci oku. Bu kez sen bu işin ustasıın diyorlar bakalım bu hedefi de vurabilecek misin gözlerin kapalı olarak. Karşısına bir çocuk getiriyorlar, başına da bir elma koyuyorlar. Gözlerin kapalı bu elmayı vurabilir misin diyorlar. Gözlerini kapatıyorlar. Çocuk gözlerindeki bandı çıkarıp hedefine bakıyor, ölçüyor, biçiyor tekrar bandı gözlerinin üzerine çekiyor, tekrar indiriyor. Bir an böyle geçiyor, sonunda çocuk bandı çıkarıp atıyor. “ben bu yarışmayı kaybettim” diyor. Bu çocuğa zarar vermeden bu işi yapabileceğimi sanmıyorum bu işten vazgeçtim, diyor.

Yarışmayı da kaybettim bu elmayı alamam artık diyerek kalkıp gitmek için hazırlanıyor. Keşişler hemen yanına geliyorlar “hayır diyorlar bu yarışmayı sen kazandın. Çünkü istediğin bir şey için yapabileceğin her şeyi yaptın başkalarına zarar vermeden. Ama zarar söz konusu olunca isteklerinden vazgeçtin. İsteğin için her yol mubah demediğin için aslında bu yarışmanın galibisin ve bu elma sana layıktır” diyerek elmayı ona verirler.

Ve üç kardeşin diğeri, el dövüşçüsü olanın yolu, bir ülkeye düşüyor. Pazarda dolaşırken bir teleskoptan söz edildiğini duyuyor, bu teleskop dünyanın her tarafını gösterebiliyormuş. Şehzade ben o teleskopa sahip olmalıyım diyor kendine, uzaktaki yakınlarımı görebilmek için. Onu nasıl elde edebilirim diyor. Onu elde etmek için önce cinlerin sultanının ordusu ile savaşması gerektiği söyleniyor. Ama diyor benim silahım yok elle savaşırsam olur. Tamam diyorlar bizde silah kullanmayız. Şehzade cinleri ellerinin yardımı ile yere seriyor herkes çok şaşırıyor. Ama sözünde durmak istemiyor cinlerin başı ateşten bir ordu salıyor üzerine ellerinde silahları olan. Şehzade bunu görünce belinden kamasını çıkarıp cinlerin başının tam boğazına nişan alıyor. “sen sözünde durmadın, kalleşlik yaptın” diyerek kamayı fırlatıyor. O an ateşten cinlerde her şeyde birden yok oluveriyor. Şehzade alıyor teleskopu çıkıyor yola.

Bu arada diğer kardeşin yolu başka bir ülkede bir halı pazarına düşüyor. Eski halıların pazarlandığı. Hemen simsarlar sağdan soldan ona saldırıyor çünkü düzgün giyimli ve zengin görünüşlü. Halı verelim diye, diye herkes halılarını serip gösteriyor satmağa çalışıyor. Köşede şişman bir adam onları izliyor. Ve “genç adam gel” diyor. “En ucuz halı bende üstelik bir sürü marifeti var.” Peki diyor kardeş marifeti neymiş bu kadar ucuz bir halının? Gel mahzende sana gösterelim diyorlar, karanlık bir dehlizden mahzene iniyorlar, onların maksadı aslında çocuğu soymak, bütün paralarını ve mücevherlerini almak. Nedir diyor marifeti. Bu halı uçar diyorlar. Üzerine uzanırsan uçar istediğin yere götürür diyorlar. A diyor şehzade. Hemen alırım ben onu. “aptal” diyor çete başı bizde bu halıyı sana bu paraya verecek göz var mı, sökül bakalım paraları. Kamalarını çıkarıp üzerine yürümüşler, çocuk kendini korumak için hemen halının üzerine uzanıyor. Ve uç diye bağırıyor can havli ile. Halı birden havalanıyor çarşıdakilerin şaşkın bakışları arasında uçup gidiyor.

Ve üç kardeş söz verdikleri yerde bir araya geliyorlar. Sarılıp tokalaştıktan sonra bir birlerine anlatıyorlar neler yaptıklarını. Büyük şehzade bir teleskop aldım diyor çok uzakları gösteren. Hadi bir bakalım diyorlar neler göreceğiz? Gözlerini dayıyorlar ve birden bağırıyor, büyük şehzade “anamı babamı görüyorum ölüm döşeğinde” “eyvah” diyorlar hemen oraya gitmeliyiz. Benim elimdeki elma bütün hastalıkları iyileştirir hemen onu yetiştirelim diyor ortanca şehzade. Benim halımda zamanı kısaltır diyor en küçüğü. Ve üç kardeş halıya yerleşip birbirlerine sarılıyorlar sımsıkı, halı onları saraylarının bahçesine bırakıyor. Babalarına elmayı yediriyorlar baba hemen iyileşiyor ve hükümdarlığını üç çocuğuna bırakıyor. Onlarda sonsuz bir sevgi ile birlik, beraberlik içinde ülkeleri için çalışmaya başlamışlar. Darısı bize olsun inşallah. Nasıl çok güzel değil mi?

Sevgiyle, sağlıkla kalalım sevgili okuyucularım. Yase

Günün Şiiri

Kim Özlerdi Avuç İçlerinin Kokusunu

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,

arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar

bırakılmasaydı eğer.

 

Dayanılması o kadar da zor değildir,

büyük ayrılıklar bile, en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

 

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,

yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.

 

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,

çalınan birinin kalbiyse eğer.

 

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,

insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

 

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,

hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

 

Daha çabuk unutulurdu belki su sızdırmayan sarılmalar,

kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

 

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,

öylesine delice bakmasalardı eğer.

 

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı

belki de,

kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

 

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece

sohbetlerinin,

son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

 

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,

meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır

yaralamasaydı eğer.

 

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,

beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

 

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,

tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

 

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,

yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

 

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,

son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

 

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,

her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

 

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,

dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

 

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,

namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

 

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,

dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

 

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,

sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

 

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,

kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

 

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir

ayrılık gizlendiğine

belki de, kartvizitinde “onca ayrılığın birinci

dereceden failidir”

denmeseydi eğer.

 

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,

ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

 

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,

kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle

avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

 

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.

Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini

tutmak isterse…

 

Evet Sevgili,

Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim

uzanmak isterdi ince parmaklarına,

mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık

etmiş olmasalardı eğer!!

Can YÜCEL

Günün Sözü

Büyük İskender Diyojen’i, birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve ne yaptığını sorar. Diyojen, “Babanızın kemiklerini arıyorum ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here