O Ses Bizim Sesimizdir (5)

0
52

Değerli okurlarım, bazı tesadüfler öyle önemli gerçekleri ortaya çıkarıyor ki, ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Çok önceleri yaşanan olayları okumak, duymak başka! Bir de olayları yaşamış birinin ağzından duymak daha başka oluyor. Bir maçtan sonra tesadüfen tanıştığım, ismini bile bilmediğim o beyin verdiği bilgiler için teşekkür ettim ama şimdi de rahmetle anıyorum. Bana şu önemli bilgileri verdi.

“…Bak evlat, bir de ilk transfer hadisesi var. Gözlerimle görmedim ama yakın arkadaşlarım, idareci dostlarım anlattılar. 1918 yılında bir İspanyol kaleci ile yelekli bir takım elbise ve kurmalı Nacar kol saati karşılığında bu transfer gerçekleştiğinde İspanyol kaleci havalara hoplamış. Yelekli takım elbise ve de kurmalı Nacar kol saati… Dile kolay!

O zaman her şey berraktı, beyazdı, tertemizdi. Sözler ağızdan çıkar gerçeğe dayanırdı. O çamur deryasında bile sık-sık yere düşülmez, çok ayıptı. O zamanlar futbol delikanlı oyunuydu. (Muhterem ağabey devam ediyor…) Kuşlarına ötmeyi öğretme bahanesiyle o gençler ise, daha önceleri gün ağardıktan sonra enerjilerini toprağa vermek isterlermiş. Yani top oynamayı arzu ederlerdi. Şimdilerde amatör, profesyonel ifadeleri var ve o zamanlar böyle sözleri duymazdık. Az ilerimizde papazın çayırı denilen eğri büğrü yarı toprak alana yürünür ve atletlerle, donla topun peşine koşulurdu.

İlk zamanlar, bulabilirsek iki iri taştan kaleler yapılır, toplar ise üfleyerek şişirilen siboplu bir meşin. Daha sonra iki yamuk ince ağaç dalı saplanmış toprağa kalelerimiz olurdu. İki takım da aynı şartlarda… Centilmenlik gözle gözükür şekilde belirgindi. Yere düşen oyuncuyu mutlaka rakibi kaldırırdı. Oyuncuların birbirine ismiyle hitap etmeleri hiç yakışık almazdı. İsminin yanına “efendi” ifade etmek şarttı.

Takımla ilgili olan ve kenardan maçı izleyen “Ağır ağabeyler” yanındakilere şöyle derlerdi; “Bakın şu Ahmet Efendiye, ne kadar kudretli-kudretli vuruyor topa” diyerek, belki de tarihin ilk yorumunu yaparlardı.

O zamanlar o siboplu meşini ayağının üstüyle havaya diken iyi oyuncu olarak kabul görürdü. Üç beş sene sonra da maçları hakemler yönetmeye başladı. Hatalı kararlar veren hakemleri uyarmak için seyircilerin küçük bir bölümü “hakeme gözlük” diye uyarırlardı…”

Futbolun ilk çağlarını bir yerlerden esinlenerek sizlere sunmuştum. Ancak olaylara tanık olan bir muhteremin ağzından duyuyordum. Çok büyük ve bulunmaz kazançtı benim için. Şimdi genç bir gazeteciye çocukluğumdaki futboldan ve zeminden söz etsem sanırım ona da ilginç gelecektir. Tarih tekerrürden ibarettir.

Doğal olarak futbolumuzda bir ilerleme var ama her türlü pislik de mevcut. Kazanmak adına her şeyi mubah sayanların tavrı nedeniyle geldiğimiz nokta hepimizce malum. Kuşbazları ve papazın çayırını değil, kandırmalardan oluşan tarihi ve sadece rakibini yenmekle sınırlı başarıları anlatarak genleriyle oynadıkları taraftar kitlesinin öfkesine kurban gidiyor futbolumuz. Asalet ve dostlukla başlayan rekabeti, amansız düşmanlıkla beslemekten çekinmedikleri için bedel ödemekteler şimdi. Papazın çayırında buluşan taraftar ve top oynayan gençlerin ruhu da hesap soracaktır. Biz kendi kulağımızı çekmeyi beceremezsek, birileri gelip kulağımızı kökünden koparır.

Biri diyor ki; “Onlar aldatıldık diye aklandı, biz darbeci olduk” diyor. O köprünün altından çok sular geçer, herkes hesap verecektir. Kanla irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti diyoruz ya, boşuna değil!

Mutlu olun, mutlu kalın… SAYGILARIMLA

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here