Kötü Olunca Çirkinleşiyorum, Ya Siz?

0
63

Günaydın sevgili   okuyucularım. Nasılsınız bu sabah?  Her sabah bunu soruyorum bu beylik bir soru değil artık biliyorsunuz; alıştığım içinde sormuyorum  gerçekten ilgilendiğim için soruyorum. Şimdi diyebilirsiniz “nasıl olduğumuzu söylesek sen duyar mısın?” Duymam önemli değil ki önemli olan birilerinin birilerine “günaydın nasılsın” diye sorabilmesi bu ne kadar tatlı bir sorudur aslında kendimden biliyorum. Şu sıralarda bana kimse böyle bir soru sormuyor dikkat ettim. Yalnızca Berke unutmuyor telefonu açar açmaz “Gül nasılsın iyi misin?” diye gerçekten içten sorarak başlıyor konuşmasına. Ne kadar hoşuma gidiyor anlatamam. Tabiî ki “çok iyiyim bebeğim” diyorum ve bu yalan olmuyor çünkü o anda algıladığım tek duygu olağan üstü iyi olduğumdur. Belki telefon kapanınca yine eski durumuma döneceğim. Ama biliyorum ki yüzümde sürekli aydınlık bir tebessüm dolaşıp duracak. Bu da az buz değildir sanırım? Sahte duyguların yaşandığı bu dünyada?

İşte bu yüzden bende soruyorum her zaman nasılsınız iyi misiniz?  Eminim şu anda ya “teşekkür ederim” diyorsunuzdur, ya da kendinize soruyorsunuzdur “nasılım gerçekten iyi miyim?” Aslında kendimize bu soruyu pekte sormayız? Aslında sormamız gerektiğini de anımsatmak istiyorum ve herkesin  birbirine bunu sormasını istiyorum. Çünkü soru en azından, karşımızdaki ile ilgilendiğimizi gösterir ki, bütün insanlar canlı ya da cansız birilerinin kendileri ile ilgilenmesini şu ya da bu şekilde ister. Her an beklemese de ister. Herkes kendini sorgulasın bakalım, böyle bir soru ile karşılaşınca sevinmiyor mu ya da hafif bir hayret karışımı hoşuna gitmiyor mu? “Hayırdır bana günaydın dedi, hatırımı sordu ne güzel ama şaşırdım!!!” diye dudak bükenlerimiz bile vardır yanılıyor muyum? Sonuçta ne olursa olsun  insanların birbirleriyle olan iletişimi güçlendiriyor. Üstelik yalnızca iki sözcükle… Ve iki sözcük ile kurmaya çalıştığımız iletişim çorap söküğü gibi ilerleyebilir ve yayılabilir.

Arkadaşımla, ne kadar toplumca birimize yabancılaştığımızı konuşuyoruz ve sırf bir iki sözcük söylenemiyor diye bunca yabancılık diyoruz. Oysa çok kısa ve çok değerli iki sözcük. Ancak bazen çok cimri olabiliyoruz, bu sözcükleri saklıyoruz içimizde. Yani  gerçeği söylemem gerekiyor, bazen gerçekten ağzımdan çıkamıyor “bir günaydın, bir nasılsınız” kafam doluysa şununla bununla ve sözler donmuşsa dudaklarımda. Çok şükür sık olmuyor ama olunca da, işte o zaman bir “günaydın bir merhaba” demek bile dünyanın en zor işi oluyor ve ağzımdan çıkmıyor çıkartamıyorum çok, çok ısrar edersem kuru kupkuru bir şey çıkıyor ki çıkmasa daha iyi olur.

Ve böyle olunca ortada donuk suratlar dolaşıyor ve ben öyleysem herkeste böyle oluyor! Bu da tuhaf ya! “sen bugün suratsızsın ama ben değilim seni neşelendireyim” diye düşünen çıkmıyor? Bu yüzdende yine iş düşünenlere düşüyor ve düşünenler düşünemeyenlere her zaman düşünmeleri için fırsatlar yaratmalılar.  “Aa ben neden düşünemedim ne kadar kolay bir şeymiş” dedirtmeliler. Çoğu zaman kendimden nefret ediyorum, çünkü kendime yeniliyorum duygularıma yeniliyorum, oysa benim ve benim gibilerin bunu yapmaya hakkı yok. Her zaman örnek olacak davranışlar içinde olmalıyız, ailemize çevremize karşı diye düşünüyorum.

Ve siz sevgili okuyucularıma, ah ya görüyor musunuz nasılda çözülüyorum, zaaflarımı nasılda sizlerle paylaşıyorum bazen “bir Günaydını” bile kendinden esirgeyen kâbus biri olabildiğimi anlatıyorum. İstersem olmadığım biri gibi de yazabilirdim ama size dürüst olmasam, kendime hiç olamam, bunu da biliyorum ve sonuçta ölümlü insancıklarız, zaaflarımız olacak tabi herkes gibi, onları kabul etmemiz ve mümkünse onlardan kurtulmamız gerekir. Kurtulamıyorsak onları törpülememiz ve onlara barışık yaşamamız gerekir ki oda çok zor bir şey ama olanaksız değil. Aksi takdirde suratsız olmak alışkanlık yapar ve tarihe suratsız kazınır  görüntümüz. Şaka bir yana iyi anımsanmak istiyorsak, güler yüzümüz ince ve anlayışlı davranışlarımızla sevgi dolu yüreğimizle anımsanmalıyız.

Ve bugün  ders veriyormuş gibi oldu yazım affınıza sığınırım ders vermek haddim değil tabi. Ve dersimize burada son verelim. Konumuzu toparlarsak, insanlarla ve bütün canlılarla iyi iletişim içinde bulunmalıyız, bazen kendimize yenilme lüksümüz olsa da bunu alışkanlık yapmamalıyız ondan kurtulmak mümkünse atalım kurtulalım canım, kim kötü görünmek ister ki? Ben çok çirkinleşiyorum valla kötü olunca ya siz? Ve şimdilik sağlık, sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalalım sevgili okuyucularım. Yase

& & & & &

Tilkinin Taksimi

Arslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş, avlanmaya çıkmışlardı. Akşama doğru bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan yakaladılar. Avlarını sürükleyerek ormana getirince kral arslan kurda dönüp: “-Bunları, aramızda adaletle taksim et bakalım!” diye emir verdi.

Kurt: “-Padişahım, dedi, yaban öküzü en büyük av olduğu için size layıktır. Keçi orta boyda, orta irilikte, o da benim olsun. Tilki de tavşanı alsın.”

Arslan, kurdun taksimine şiddetle karşı çıkıp: “-Sen kim oluyorsun da ben varken pay istiyorsun?” diye kükredi. Bir pençe ile kurdu yere yıkıp parçaladıktan sonra tilkiye döndü: “-Haydi, dedi, avlarımızı bir de sen taksim et!”

Tilki yüreğini dolduran korkuyu gizlemeye çalışarak: “-Aman efendimiz dedi, pay etmekte neymiş? Bu semiz öküz sizin kuşluk yemeğinizdir, keçiyi gün ortasında yer, akşama doğru da tavşanla kendinize ziyafet çekersiniz!”

Arslan, tilkinin taksimini pek beğenmiş, yüzü gülmeye başlamıştı; “-İşte adaletli bir taksim böyle olur” diye mırıldandı. “Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin sen?”

Tilki başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi: “-Padişahım, dedi, tabi kurdun halinden…” Arslan bu cevaba daha çok memnun oldu. “-Aferin dedi, alçak kurttan ibret aldığın için avların üçü de senin olsun!”

Evet, akıllı kişi odur ki çekinilen belada dostlarının ölümünden ibret alır ve nerede, nasıl davranması gerektiğini bilir. Sen aklın ve kurnazlığınla hem canını kurtardın, hem de avların tümüne sahip oldun. Haydi, afiyetle ye.

& & & & &

Fil Yavrusu Yiyenler

Akıllı bir adam yolculuğa çıkacak arkadaşlarına: “-Geçeceğiniz ormanda bir çok tehlike var dedi. Karnınız acıktığında sakın kuvvetsiz ve semiz olduklarına bakıp da fil yavrularını avlamayın, anneleri pusudadır ve evlatlarına zarar verildiği anda amansız bir düşman haline gelirler! Öğüdümü tutarsanız iyiliğe kavuşursunuz.”

Arkadaşları teşekkür edip ayrıldılar. Ormandaki yolculukları pek çetin geçti. Bir süre sonra, karınları acıkmaya, susuzluktan dudakları kurumaya başladı. Tam o sırada yapayalnız dolaşan güzel bir fil yavrusu gördüler. Verilen öğütleri unutup hırsla saldırdılar. Yavru fili yatırıp kestiler ve etinden kebap yaptılar… Kısa zamanda derin bir uykuya daldılar. Aç adam ise sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.

Akşama doğru kızgın bir fil çıkıp geldi. Korkuyla kendine bakan uyanık ve aç yolcunun etrafında üç kere dolanıp, ağzını üç kere kokladı. Onda yavrusunun kokusunu alamayınca uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Evladını kebap edip yiyenleri tanıyınca, birer birer havaya kaldırmaya ve hırsla yere çarpıp öldürmeye başladı. Geride sadece yavrusunun etinden yemeyen akıllı ve uyanık adam kalmıştı. Anne fil ona hiç dokunmayıp ormanların derinliğine çekilip gitti… İşte böyle…

Günün Şiiri

Vay Kurban

Dağlarının, dağlarının ardı,
Nazlıdır.
Uçurum kıyısında incecik bir yol
Gider dolana – dolana,
Bir hastan vardır, umutsuz,
Belki Ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak,
Memesinin, memesinin altında,
Bir sancı, Bir hayın bıçak…
Ölüm bu, Fıkara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.
Bir hastan vardı umutsuz,
Hasreti uykularda,
Hasreti soğuk sularda.
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
İki mavi, kocaman korku çiçeği,
Açar, derin kuyularda…
Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.
Hiç akıl edip de düşünen var mı?
Gün kimin hesabına tutar akşamı,
Rahmetinden kim demlenir bulutun,
Hayırlı evlat makina
Nasıl canavar kesilir.
Kurdun, karıncanın rızkını veren
Toprak nasıl ayartılır,
Yüz vermez topal öküze,
Ve almaz koynuna kara sabanı.
Sepetçioğlu’m kömür işçisidir,
Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif
Mal, haraç – mezattır,
Can, pazar – pazar.
Kırmızı, ak ve esmer,
Yumuşak ve sert buğdaları
Yaratan ellerin sahibidir bu,
Kör boğaz, nafaka uğruna,
Haldan düşmüş, tebdil gezer…
Dağlarının, dağlarının ardı
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban…
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”
Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu’dur ol hikayet,
Ol kara sevda.
Seni sevmek,
Felsefedir kusursuz.
İmandır, korkunç sabırlı.
İp’in, kurşun’un rağmına,
Yürür pervasız ve güzel.
Sıradağları devirir,
Akan suları çevirir,
Alır yetimin hakkını,
Buyurur, kitabınca…
Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uyanmasın dağ.
Bu yürek, ne güne vurur…
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar, bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar
Beynimizin ışığında yeraltı.
Her mevsim daha genç, daha verimli,
Sunar, pırıl – pırıl, sebil,
Ömrünün en güzel aşk hasadını,
Elimizin hünerinde yeryüzü.
Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,
Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe
Şafakla doğan işgücü.
Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,
Ol kitapta böyle yazılıdır,
Ol sevda, böyledir çünkü…
Ahmed ARİF

Günün Sözü

Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.
Hz. Mevlâna

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here