Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız? Bugün burada sebze, meyve pazarı kurulur. Gazipaşa’da, köylüler sebze, meyve ne varsa taze, taze indirirler pazara ayrıca taze peynir, sıkma ve tulum peyniri de… Pazarda birde bizim hani “bici-bici”miz var ya Gazipaşa’da ona “kar” diyorlar. Ve yazın sıcağında karı nasıl buluyorlarsa çuvallarla getiriyorlar ve oraya has keçiboynuzu pekmezi ile sulandırıp veriyorlar yalnız pazar kurulduğu gün bulunur bu saydıklarım, başka zaman bulamazsınız. Bu yüzden herkes iştahla, hızlı-hızlı yutuyor ama ben sevmedim zaten bizim bici-bicinin tadına bakmış birisi, bir daha dönüp ona bakmaz bile ya, kardeşimin vefasızlığını bir türlü anlamıyorum bu konuda.
Birde şu sıkmalar, saç üzerinde yufkaya sarılmış peynirli, patatesli açmalar var ki bizimkiler bayılıyor ama ben yine dönüp bakmıyorum. Benim favorim közlenmiş mısır. Her neyse ya oldum olası pazar, market, süpermarket gibi yerleri sevmem ve çok zorda kalmasam gitmem, alışverişi sağ olsun birileri yapar her zaman. Ama yazı göndermem söz konusu olunca, pazara da katlanmak zorunda kalıyorum sessiz sedasız, şansımı bir kez daha denemek için. Şansımı bir kez daha denemek için diyorum çünkü yazı göndermek artık şans işi oldu burada. İnanılır şey değil. Teknoloji almış başını gidiyor, etraf 3G’den 5G’ye geçmiş. Vınn’dan geçilmiyor, biz hala bir yazı için şans dileniyoruz? Ve ne yazık ki on yıl öncesini arar olduk. Valla şaka değil.
İlk Gazipaşa’ya geldiğimde yazılarım hiç aksamdan giderdi her gün. Tabi yine sıkıntı çekerdim ama en azından eve dönüğüm de içim rahat olurdu. Daha sonra bilgisayarımı taşıdım her yaz, evde yazar, merkeze iner gönderirdim yazılarımı o da iyiydi. Birkaç yıldan beri laptopumla geliyorum, artık daha rahatladım diye düşünürken, hayatımın en sefil durumuna düştüm. İnterneti olmayanları dövüyor durumunda iken, sitede telefon yok, internet bağlantısı yok, sende sinirler iflas durumunda peki ona da razıyız, zaten merkeze iniyoruz, bu yüzden toplu gönderim diyorum çekiyorum CD’ye…
& & & & &
Haftanın birkaç günü çantamda CD’ler çarşıya inerim ve yine elimde CD’ler geri dönerim yazılarımı gönderemeden, çünkü merkezde bu kez elektrik yok olsa da CD’lerinizi çalıştırabileceğiniz bir bilgisayar yok, internet kafeler buna izin vermiyor. Üstelik her zamanda elektik sanki bana inat “pat” der kesilir. Sonra bekle ki gelsin. Ki o çöl gibi yerde beklemek için bir çay bahçesi falan bulamazsınız. Bir parkları var ki insanın ağlayacağı gelir perişanlığına, garibim sararmış, solmuş ağaçlar ve bakımsızlıktan bitik vaziyette, birkaç paslı kırık dökük oyuncağın olduğu çocuk parkı var içinde, ne desem bilemiyorum valla? Bu yüzden gönderemediğim yazılar Cuma’ya kalır. Ve size bir Cuma gününü anlatmak istiyorum şimdi ve yazı gönderme serüvenimi….
& & & & &
Cuma sabahı erkenden havuza gider, bir güzel enerjimi boşaltırım, hızlı kulaçlarla sabahları yüzmek çok güzel oluyor, çünkü havuz sadece bana kalıyor, kimseye çarpmadan gönlümce yüzüyorum ama su çok klorlu oluyor gözerim yanıyor, dünyaya perde arkasından bakıyor gibi oluyorum… Olsun dert değil, hiçbir şey beni bir buçuk saat yüzmekten alıkoyamıyor, bir buçuk saati ben ayarlamıyorum bedenim ayarlıyor. Her sabah aynı saatte birkaç dakika farkla gidiyorum havuza ve dikkat ediyorum tam bir buçuk saati beş geçe evdeyim. Beş dakikada sudan çık havluna sarıl eve gel, dört kat merdiven çık ve duşa gir. Nasıl oluyor bu bende anlamış değilim. Vücudum demek bu kadarını rahat kaldırabiliyormuş ki kaldıramadığında uyarıyor? Valla ona büyük teşekkürlerim var. Ya uyarmasa? Ben sudan hiç çıkmazdım zahar?
Duştan sonra kardeşime soruyorum “kahve içtin mi?” “evet” diyor yüzüme “bu saate dek seni mi bekleyecektim yani?” der gibi. Elim kahve cezvesine giderken “peki kahvaltı ettin mi?” “Hayır” diyor bu kez “seni bekledim.” Kahveden vazgeçiyorum, yoksa kahvaltı edemem o zaman kardeşime ayıp olur. “Hadi o zaman” diyorum. Balkonda kahvaltı hazır, vahamızda çimler sulanıyorken, güneş altında çilek ekmek için uzun naylonlar döşüyor kadınlar, uzaktan siyah naylonun yansıması gözlerimi alıyor. Dikkat ediyorum burada kadınlar çok çalışkan her iş onlara bakıyor. Denizde yine koyunlar var dizi, dizi ard arda geliyorlar. (denizde beyaz dalga olunca ona koyun diyoruz burada) Yalnızca benim duyduğum bir ıslık balkona girer girmez başlıyor burası benim için perili biliyor musunuz? Ağaçlar arasından her saniye bir ses, bir hareket algılarım, bu günlerde de bir arap bülbülü nerede bilmiyorum, hangi ağcın ardında, ben balkona çıkınca ıslık çalıyor, o kadar tatlı ki anlatamam… Onu görmeyi hiç istemiyorum. Görsem büyü bozulacak gibi geliyor ancak o da zaten kendini gösterme derdinde değil. “Duyuyor musun nasıl ıslık çalıyor?” diyorum kardeşime ama o “bilmem ben duymuyorum” diyor.
Keşke duyabilseydi o da herkeste çünkü insan o ıslıkla bütün dertlerinden sıyrılabilir enerji yüklenirmiş gibi geliyor bana. Tabi şu ana dek ne gazeteye dokunduk ne de tv açık yani moralimizi bozacak bir şey duymadık daha. Kardeşimle karşılıklı kahvaltımızı ediyoruz ben iştahla götürüyorum, darmadağın, domatesle reçel, zeytinle yumurta gibi sonra kendime geliyorum “valla ben tümden şaşırdım” diyorum “bu ne ya nasıl yiyorum bakıyor musun?” “Evet” diyor “burada bende dengemi şaşırdım valla.” Şaşırıyoruz ama inanın her zamankinden fazla yemiyoruz, hatta daha az yiyoruz burada havanın bir tok tutma özelliği var gibi? Oysa ben havuzdan, denizden ya da bilgisayarımın başından kalktığım zamanlar acayip aç algılarım kendimi, dizlerim titrer, kalbim tok tok kulağımda atar. Bir oturuşta dünyaları yutacağım sanırım ama her zamankinden başka bir şey yiyemem kardeşimde öyle. Hatta daha azı bile yetiyor.
Allah’a şükrediyorum tabi bu durumdan ötürü ve hemen aklıma aç gözler geliyor. Her şeyi bir çırpıda cebe indirenler. Ne büyük bir yük taşıyorlar aslında. Keşke bilseler. Çünkü hiç kimse taşıyabileceğinden fazlasını taşıyamaz. İstersen para ambarına düş istersen makarna ambarına istersen bal kaymak ambarına ancak midenin alabileceği kadarını yiyebilirsin… Gerisi ya mideni patlatır ya da cebini ve ahlakını… Ve üstelik mezara giderken de paranı da malını da yemeğini de yanında götüremiyorsun!
& & & & &
Ve kahvaltı sonrası saat on ikiyi buluyor, ben birkaç düzeltme için oturuyorum bilgisayara ya da gazeteyi hafızlamak için o oturuş oluyor bir saat ve sonra kalk merkeze in. Gazipaşa’ya inmek benim için çöle gitmekle aynı… Şimdilerde yıldırım hızı ile yeni binalar çıkıyor, gösterişli şık binalar, örneğin postane, belediye, han binaları gibi ancak bir tek şöyle gölgelik yapacak bir ağaç yok etrafta, daha önceden söylemiştim herhalde meydanda bir ormanlık vardı şöyle on beş yirmi ağaç gibi, rüzgarda hışırı hışır sağa sola kaykılan, adamlar o ağaçları bir gecede kesip meydanı betonlaştırdılar ve önceden çok zarif, sıcak ve insana güven veren Atatürk heykelini kaldırıp, devasa bence hiçte estetik olmayan bir Atatürk heykeli koydular. O zamanlar acayip sinirlenmiştim. Hoş şimdide sinirleniyorum ya. Bence Atatürk heykeli her zaman cennet gibi yeşillendirilmiş, ağaçlandırılırmış yerlere dikilmeli. Çünkü ağaç candır, hayattır, sevinçtir, neşedir, zenginliktir, güzelliktir.
Atatürk’te hep buna işaret etmiştir. Ankara’yı çölden çıkarıp, yeniden yaratan başkent yapan o değil mi? Neyse işte merkeze ineceğim dediğinizde sizi böyle çöl bir durum karşılar ama nasıl ya, güneş hiç engelsiz dimdik üzerinize iner. Ve siz bir ağaç gölgesi bile bulamadığınızdan, ter içinde internet kafenin yolunu tutarsınız, kardeşinizi pazara yollarsınız bu arada… Sözleşirsiniz erken çıkan postanenin önünde beklesin. Çünkü en serin yer orası kapıları ardına dek açıktır her zaman ve klima maşallah merdivenlere dek soğutur etrafı. Bizde merdivenlere tüner birbirimizi bekleriz ayrıca belediye otobüsü de oradan kalkıyor. Eğer arabayla gitmemişsek otobüsle dönmek zorundayız ki ben şehre ineceksem sıcak mıcak dinlemem ve otobüsü tercih ederim ve ben size o otobüsü anlatmak istiyordum aslında. Ayrıca biz o otobüse binene dek neler yaşarız? Yazım sürecek sevgili okuyucularım. Gazipaşa’dan sevgilerle, sağlıkla, sevgiyle ve hep serin kalın… Yase
Günün Şiiri
Mendilimde Kan Sesleri
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
– Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben –
Cigara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenleri
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
işte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Edip CANSEVER