Angus Kokusu Kaderimiz Değil…

0
137

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Gazetecilere yaş baş gözetmeden saldırılar devam ediyor.  Son olarak Sabahattin Önkibar’a yapılan saldırı ile sinirlerimiz yeniden zıpladı. Bu insanlar kendilerini ne sanıyor kime güveniyorlar? Belli ki yaptıkları yanlarına kaldığı için bu kadar fütursuzlar? Bize düşen ise hak, hukuk, insanlık adına yapılan bütün yanlışları yapanları “Allah a havale etmek bir an önce ıslah etsin” demek oluyor; ama işlerini kaba kuvvetle yapmaya alışmış insanların rahatlığı da canımızı çok ama çok sıkıyor kara kara düşünüyoruz nereye gidiyoruz. Kimle savaşıyoruz, hepimiz aynı ülkenin insanıyız, aynı bayrağın altında yaşıyoruz, aynı iftar sofralarında orucumuzu açıyoruz peki ama birbirimize neden bu kadar ön yargılı ve nefret doluyuz?

Sözde Ramazan ayındayız. Geçen yıl oruç olmadığımız zamanlarda daha çok oruçlu gibi hissetmiştik kendimizi olan bitenlerden dolayı. Ama derler ya gelen gideni aratır diye. Bu yıl nerdeyse ilk günden başladık günah yüklenmeye ve devam ettik neredeyse sona geldik hala bir birimizi kırmak, incitmek, iftara atmak, dövmekle uğraşıyoruz… Nasıl bayram kutlayacağız, ne yüzle bakacağız yaratanımızın yüzüne hiç bilmiyorum valla.

Suriyeli mülteciler koşa koşa ülkelerine bayram kutlamalarına gidiyor insanın aklı şaşıyor. Yani kutlamalara gidebiliyorsanız neden mültecilik durumuna geri dönüyorsunuz?

Ve Angus kokusuna gelelim. Belli ki İskenderun bu yıl Ramazan ayını bu kokularla geçiriyor. Bir taraftan da firavuna gönderilen çekirgeler misali şimdiye dek hiç şahit olmadığımız kelebeklerle, sineklerle birde böcekler var… Zaten hava sıcak yetmezmiş gibi yıkıntı tozu dumanı. Valla  of of  orta çağda bile değiliz sanki.

Ama maşallah sosyal medya yıkılıyor iftar sofralarından, çocuklar ile çekilen resimlerden millet bahçelerindeki etkinliklerden… Sanırsınız ki her şey güllük gülistanlık, bir tek derdimiz sofralarımızı paylaşmak. Kaldı ki o paylaşımlarda insanların sıkıntıları yüzlerinden akıyor, öyle içten gülümseyen tek bir kişi yok sanki zorla oradalar. Nasıl olsun ki iş yok, siftahsız kapanıyor dükkânlar.

Evet, paylaşın tamam da bir dediğimiz yok ama kardeşim kimse etkili bir çözüm getirmeyecek mi bu sorunlara? İskenderun yaşam platformu çevreciler ayakta ama çözüm yok.  Hiç kimsenin İskenderunluları hayatlarından bezdirmeye hakkı yok. Angusları getirenler önce önlemlerini alsın. Denizi, havayı kirletmesin ya da angusları istemiyoruzzz. Bize faydalarından çok zararları var. Fayda sağlayan varsa o da kendi derdine yansın. Kimse bunu bize, denizimize, havamıza yapma özgürlüğüne sahip değil.

O konuştuk valla sanki umurlarındaymışız gibi? Dedik ya hak, hukuk, çevre, havayla cıva benim cebim dolsun olmasa döverim yıldırırım, çözüm kolay nasılsa. Ama unutmamak lazım ki devran dönüyor. Hiç kimse yaptığı ile kalmıyor.

Ve sevgili okuyucularım bizde yaptığımızla kalmayacağız, kötülüğe, kavgaya inat çok daha güzel şeyler için sağlıkla, sevgiyle daha çok her şey güzel olsun diye uğraşacağız ve çalışacağız sağlıkla, sevgiyle, ayrımsız, gayrımsız tabi malum insanların dışında değil mi? Yase

& & & & &

Mesnevi Hikâyelerinden;

 “Filin Şekli”

Bir Hintli, hayatlarında hiç fil görmemiş insanların yaşadığı bir köye bir fil getirdi; fili karanlık bir ahıra koydu. Ertesi gün, fili köylülere gösterecekti. Ama meraklı birkaç kişi hayvanı hemen görmek için o kapkaranlık ahıra toplandı. Ancak ahır o kadar karanlıktı ki, fil gözle görülemiyordu. Adamlardan hiçbiri de yanlarında mum getirmeyi akıl edememişti. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık ahırda, file ellerini sürerek onu tanımaya çalıştılar.

Birinin eline filin kulağı geldi; “Fil bir oluğa benzer,” dedi.

Başka birinin eline ayağı geldi; “Fil bir direğe benzer,” dedi.

Bir başkası da sırtını ellemişti; “Fil bir taht gibidir,” dedi.

Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya başladı. Bundan dolayı fili tarifleri de farklı farklıydı. Eğer herkesin elinde bir mum olsaydı, fili tariflerinde bir farklılık kalmazdı.

İlgili resim

& & & & &

Mukallidin İmanı Korku Ve Ümittir

Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir. Sabahleyin dükkanına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun? Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir.

Bu ezeli mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni aciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor? Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu da var. var ama bu korku tembellikte daha fazla.

Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok. Tembellikte daha fazla zarar var. peki a kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusunu eteğini tutuyor öyleyse? Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velilerin ne karlar elde ettiklerini görmedin mi ki?

Onlara bu dükkanı terk etmekle neler yüz gösterdi. Bu pazarda nasıl karlar ettiler. Haberin yok mu ki? Ateş onlara halhal gibi ram oldu, deniz onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı. Demir onlara ram oldu, mum kesildi, rüzgar onlara kul oldu, hükümlerine girdi!

(Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidir. Bu zahir halkına nereden meşhur olacaklar? Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez! hem uludurlar, kerametleri vardır, hem Allah hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdal bile işitmemiştir.

Sen yoksa Allahnın keremlerini bilmiyor musun ki seni “ Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor. Alemin altı ciheti da onun keremleriyle dolu nereye baksan onun bayrakları orada dikildi! Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe beni yakar mı deme bile!

Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu. O hikaye eder. Yemekten sonra, peşkirini sararmış, kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadın, “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi. Enes’in sırlarına vakıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.

Bütün konuklar şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi. Oradakiler, “ Ey Peygamberle görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de temizlendi?” dediler.

Enes dedi ki. “ Mustafa, bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!” ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele böyle bir ağıza yaklaş! Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse aşıkın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz? Kabe’nin taşını kerpicini öptü. Kabe ( put haneyken) kıble oldu.

Ey can, sen de çalış, çabala da erlere karşı toprak ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!) sonra o hizmetçi kadına dediler ki. “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize halini söylemez misin? O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş.

Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?” hizmetçi, “ Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese, ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Allah kullarından ümidim çoktur.

Her kerem sahibi her sır bilir ere itimadım var. bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım” dedi. Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya! Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül işkembeden de bayağıdır gayrı.

Günün Şiiri

Ey Özgürlük

Okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını
Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını
Yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, kralların tacına
En güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını

Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,
Gölgede değirmene yazarım.
Uyanmış patikaya, serilip giden yola,
Hınca hınç meydanlara adını ey Özgürlük.

Kapımın eşiğine, kabıma kacağıma, içindeki aleve,
Canların oyununa, uyanık dudaklara yazarım adını.
Yıkılmış evlerime, sönmüş fenerlerime, derdimin duvarına,
Arzu duymaz yokluğa, çırçıplak yalnızlığa, yazarım adını.

Geri gelen sağlığa, geçen her tehlikeye,
Yazarım ben adini, yazarım.
Bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata,
Senin için doğmuşum, haykırmaya.
Ey özgürlük!

Zülfü LİVANELİ 

Kaldırımlar

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

Necip Fazıl KISAKÜREK

Günün Sözü

Duygu gözü, ancak avuca, köpüğe benzer; avuç bütün fili birden elleyemez ki! Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başkadır. Köpüğü bırak da, denizi görmeye bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Ama ne şaşılacak şeydir ki, sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun.

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here