İstanbul’da Gün Batımı

0
120

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? İstanbul’da günlerden Pazar, mevsimlerden sonbahar ve saat ikindiden akşama dönüyorsa ve sevdiklerinizle birlikte Sultanahmet’te dolaşıyorsanız, anlatılmaz bir gün batımı yaşıyorsunuz demektir.

Havada yaşanmış bütün medeniyetlerin kokusu, etrafta geçmişin muhteşem tarihi, Meydanlar alabildiğine geniş. Hafta içi olsa yürüyecek yer bulamazsınız. Tabi vakit akşama geliyorsa ve günlerden pazarsa ve mevsim sonbaharsa o başka oluyor. Genişliyor mekanlar ister istemez hafifleyen trafikten. Bu tenhalıkta ancak birkaç çay bahçesinin semaverlerinde çaylar demleniyordu. Sultanahmet Cami bahçesine gölgeler çoktan inmiş taş duvarlardan fısıltılar geliyordu. Bizler ve çoğu yabancı olan oradaki sakinler sanki o duvarları ve içlerinde yaşayan hayaletleri rahatsız etmemek için yeryüzü hayaletleri gibi adeta kayarak sessizden öte dilsiz aheste, aheste dolaşıyoruz…

Resim çekiyoruz, kimsenin acelesi yok ne zamandan kaçıyoruz nede soğuktan, çünkü bu ikisi yeni kavuşmuş iki sevgili gibi birbirlerine sarılmış uyum içinde bizimle birlikte hareket ediyorlar. Sessizliği ezan sesi kutsuyor aniden… Bütün minarelerden birden “Allah-u ekber” (Allah büyük) sesi yankılanıyor. Namaza duracaklar çoktan yerlerini almışlardı ağır yeşil kapı perdeleri inmişti bile çıkardıkları ayakkabıları, çeşit çeşit. Kimisi yeni, kimisi çarık, kimisi yırtık, kimsi terlik… Ama çoğu temiz dizi, dizi duruyordu sahiplerine bekçilik eden uysal uşaklar gibi kapının önünde. Caminin içinden mırıltılar yükseliyordu sihirli bir ninni gibi, insanı derin bir düşünceye sevk eden.

Taş merdivenlerden inerken Ayasofya tarafından gelen ezan sesi bu mırıltılara yanıt veriyordu. Etrafta bütün sesler durmuş ne bir araç gürültüsü ne trafik ne de satıcıların çığırtkan sesleri. Alman çeşmesinin yakınındaki bahçe kapısından girip Ayasofya tarafına açılan merdivenlerinden inerekten bu mistik hava hepimizin üzerinde hafif bir dokunuşla dolaşıyordu, yerli yabancı ayırmadan. Cami bahçesinde uzanan Selvi ağaçları da hafif hareketlerle camide namaza duranlarla birlikte secdeye varıyordu. Sararan yapraklar “bize ne oldu?” dercesine çaresiz yerlerde otların üzerinde öylece uzanmış yatıyorlardı. Geniş meydana çıktığımızda artık ışıklar yanıyordu. O ne muhteşem manzara Allah’ım? Sanki bir düş diyarındayız. Hiç bir şey gerçek değil, arkadan yansıyan ışıkların, gölgede bıraktıkları tarafla uyumu yaratanın fırçası dokumuş gibi olağan üstü görünüyor. Dilleri lal gözleri lal kılıyor. Hepimiz resim çekiyoruz bu olağan üstü güzelliğin hangi karesini sığdıracağız ki makinemize. Umutsuzca saniye başı değişen ışıkta saniye başı değişen olağanüstülüğü görüntüyü kaçırmamak için gözlerimi dikiyorum yalnızca bırakıyorum resim çekmeyi.

Milyon kez geldiğim Sultanahmet camiine aslında ben hiçbir pazar günü gün batımı ve sonbaharda gelmemişim ya! Meydandan kayarcasına Topkapı Sarayının yan tarafındaki Soğuksu sokağından Eminönü’ne inmek kararındayız. İlerliyoruz hep birlikte ne bir hızlanma ne de bir telaş var üzerimizde. Yol kenarında satıcılar ışıkları yakmış. Rengarenk ipek saten keten şile bezi eşarplarla boyunbağları, hediyelik eşyaların ardından yorgun gölgede kalmış bedenleri ile ileri atılarak elindekileri uzatıyor. Almaz mısınız der gibi bakıyorlar ama kimse konuşmuyor başka bir alemin insanları gibi. Yol kenarında sahlep satıcıları ve simitçilerde öyle bir tek söz dökülmüyor dillerinden. Topkapı sarayından çıkan kalabalık bir grup turistte o seslilikle boşaldı üzerimize. Bir an çok kalabalıklaştı etraf sonra yine birden tenha. Ömrümde bu kadar sessizliği bir arada görmedim desem yalan olmaz. Daracık, hayaletlerle dolu karanlık Soğuksu sokağından aşağı doğru inerken gençler ve Emre resmini çekiyor Cumbalı pencerelerin tarih kokan yenilenmiş halini.

Birbirimize tutunarak yokuş aşağı inerken bir tramvay geçiyor, kıvrımlı yolda, yukardan yansıyan ışıklarla görüntüsü yine muhteşem. Havanın ve ışığın etkisi her şeyi düşsel kılıyor. Oysa gündüz olsaydı bütün bunlar kirli bir griliğin içinde erir giderdi. Sırtımızda yoğun bir ürperti ile. Kolumda Eda çocuklar önde ilerliyoruz. Duvar kenarındaki satıcılar, lokantalar akşama hazırlık yapıyorlar kocaman yuvarlak yemek masasının etrafına dizilmiş önlerine yemek gelmesini bekleyen insanlar, ruh çağırma seanslarındaki insanları andırıyor. Derin bir mekanda derin düşünceler içinde. Yumuşak bir kızıllıkta… Sokaktan çıkıp meydana gelince, rüya bozulmuyor, Gülhane parkının açık kapısından karanlık içine bakıyoruz. Aklımıza Nazım Hikmet geliyor. İçimiz acıyla burulurken Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkında adlı şiiri dilimize dolanıyor. Oysa benim ezberim hiç yok ki. Dilimde şiirin sessiz öyküsü aşağıda paylaşalım. Tramvaya doğru ilerliyoruz… Tramvaya binmek ve bir AVM’de geceye başlamak mı yoksa eve dönmek mi? Eve dönelim dedim. Büyü bozulmasın AVM’lerde. Beni dinleyen olmadı. Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte her ayrım gayrıma inat. Yase

& & & & &

Nazım Hikmet Ran-‘Ceviz Ağacı’ Hikayesi

Nazım Hikmet Gülhane parkındaki bir ceviz ağacının altında sevgilisi ile buluşmak üzere randevulaşır. Buluşacakları gün Gülhane parkına gider ve ceviz ağacının altında beklemeye başlar, tam bu sırada polisler de orada devriyeye çıkmıştır. O dönemlerde Nazım Hikmet arananlar listesinde olduğu için polislerden gizlenmek durumunda kalır ve bu ceviz ağacına çıkar.

Nazım Hikmet ağacın tepesindeyken biricik sevgilisi Piraye gelip her şeyden habersiz ceviz ağacının altında beklemeye başlar. Nazım Hikmet, polislerden dolayı aşağıya seslenemez ve çaresiz çıkarır kalemi, kağıdı ceviz ağacının tepesinde şu şiiri yazar;

Başım köpük köpük bulut içim dışım deniz
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Budak budak serham serham ihtiyar bir ceviz
Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril
Koparıver gözlerinin gülüm yaşını sil

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında
Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var
Yüz bin elle dokunurum sana İstanbul’a
Yapraklarım gözlerimdir şaşarak bakarım
Yüz bin gözle seyrederim seni İstanbul’u
Yüz bin yürek gibi çarpar çarpar yapraklarım
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında

Günün Şiiri

Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin…
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.

18 Şubat 1945 – Piraye Nâzım Hikmet

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here