Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Ekim’in 20’si oldu hala sıcak havalar. Bunca acı ve huzursuzluk yüzünden nefes almamızı güçleştiren damarlarımızda donup kalan kanın akışkanlığını sağlamak ve artık derin bir soluk alın, alın ki, kanınız damarlarda dolaşmaya başlasın, acıdan lal olan dilleriniz çözülsün, kardeşlik birlik ve beraberlik yeniden hayat bulsun demek ister gibi. Ama biz hiç kanımız donmuş ve soluk almıyorken bile bütün bunlardan vazgeçmiş değildik ki? Ancak dilimiz lal olmuştu kuşkusuz. Ve hala lal durumunda… Çünkü kocaman bir güzellik iken ülkemiz şimdi kocaman bir acı evine döndü. Her evde bir iki şehit her gün en az dört değerli vatan evladı toprağa düşerek şehit oluyor.
Feryat figan yeri göğü inletmeye devam ediyor. Gece gündüz sıkıntı, gece gündüz acı, kan revan, inanç yerlerde sürünüyor, isyan tavan yapmış, Ekim güneşi ısıtsa ne yazar ısıtmasa, bizim canımız yanıyor bütün güneşlerin yakmayacağı kadar büyük bir şiddetle! Ve sürekli aptal gibi “ne zaman, bu duruma geldik nasıl uyuduk ya da uyutulduk bunca zaman nasıl bir ninni okudular da bunca vahşete uyanmadık! Birliğimizi i zedelediler canımızı yaktılar, insana dair olan inancımızı yerle bir ettiler. Şimdi birlik beraberlik, ayrımsız gayrımsızlık demenin anlamı da kalmadı diyerek dolaşıyoruz. Daha dün dört şehit düştü toprağa ondan önce iki, ondan önce diye diye ilerlersek sayfalar dolacak.
Acımız yeniden hep yeniden diri dipdiri. Allah başka acı vermesin, nur içinde yatsın derken bile birde bakıyoruz ki yanı başımızda başka bir eve ateş düşüyor. Acıdan aptallaşmamış olsaydık, bizimde ölmemiz gerekirdi ama biz utanıyoruz yalnızca utanç acıdan önce geliyor başımız öne düşüyor. Suçlusu bizmişiz gibi hissediyoruz yeterince sahip olduğumuz değerlerimizin ayrımında olmadığımız ve derin bir uykudan uyandığımızda iş işten geçtiği için. Aslında biz uyumuyorduk biz uyanıktık. Ancak elimiz kolumuz bağlı, sesimizi duyuramadık, çığlığımız hep boğazımızı tıkadı, boğulduk gece uykularında. Dinlemedi bizi dinlemesi gerekenler.
Seçimlere bağladık umutlarımızı diyemeyeceğiz çünkü umudumuz kalmadı. Sözlere, vaatlere çoktan inancımızı yitirdik. Herkes “ben” diyor aslında “biz” derken eğer böyle olmasaydı şimdi bu durumda olmazdık kuşkusuz. Artık kendi hesabıma hiç bir partiye ve partiliye sayfamda yer vermemeye karar verdim. Büyük bir kayıp değil kuşkusuz kimse için. Ama bendeniz en azından kendimi inanmadığım bir şey için sıkıntıya sokmamış olacağım.
& & & & &
Ve Toki evleri. Kocaman-kocaman pankartlar asılı şehrin dört bir tarafına. Sanırsınız ki ev hediye ediyorlar. Oysa şehri kocaman bir sosyal konut haline çeviriyorlar. Ve insanları bu evlere esir ediyorlar. Köle gibi çalış öde. Bankalara esir ol. Ya da bal tutan parmaklar yalar diyerek hiç çalışmadan öde. Valla daha kocaman İskenderun’da doğru düzgün bir kültür sarayı yok, bir tiyatro salonu, bir sineması yok. Biz çocukken açık hava sinemaları vardı kışlıklar, yazlıklar vardı, en azından beş altı tane. Herkes sinemaya giderdi. Kadın seansı vardı. Okullar bile öğrencileri ayda bir sinemaya götürürdü toplu olarak. Ya da geniş kitaplıkta, loş salonda, kitap kokuları arasında film izlerdik biz böyle büyüdük. Ve şimdi sinemamızın olmaması, doğru düzgün bir tiyatromuzun ve salonun olmaması canımızı çok sıkıyor çok. Geçen yıl konserler ve tiyatro oyunları Yazıcıoğlu konservatuarında gerçekleştirildi. Tabi bu da doğru bir şey değildi ama en azından kocaman bir salon var ve iş görüyor şöyle ya da böyle. Şimdi bilmem yetkililer neden salonu kullandırmıyorlar.
Ve kültürle uzaktan yakından ilgisi olmayan kültür merkezine mahkum ettiler bizleri. Örneğin dün güzel bir oyun vardı. Ancak bizim boynumuz, başımız tutuldu sahneyi göreceğiz diye. Oturum düzeni berbat, ışık ses düzeni felaket… Düşünüyorum nasıl bir mühendislik harikası orası bir türlü çözemiyorum çocuklar bile sıraların nasıl sıkışık ve dip dibe olduklarını görebiliyor da, orayı düzenleyenler insanları acaba ne sanıyorlardı? Yer cücesi mi?
Valla teknoloji harikalar yaratıyor oysa ama biz ne olduğu belli olmayan mekanlarda oyun izlemeye, müzik dinlemeye gidiyoruz. Kendimizi hakarete uğramış hissederek. Dün herkes neden yazmıyorsunuz diye üzerime geldi. Defalarca yazdım ancak kimsenin umuru değil? Gel de bu ülkede yaşamaya devam et. Ancak vatan aşkı o kadar büyük olmasa ki insan anasını babasını sevdiğini bırakıp gidebiliyorken; vatanından gidemiyor! Yani bendeniz asla her şeyden vazgeçebilirim ancak bazen bunalsam da vatanımdan gitmem gidemem. Ve dilerim kimse gitmek zorunda kalmasın.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik ve her zaman sağlıkla sevgiyle ve yine ve inadına hep birlikte ayrımsız gayrımsız. Yase
& & & & &
Gül Yaprağı
Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz’süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
Günün Şiiri
Acıya Kurşun İşlemez
Sabrın çalkalanıp taştığı sulardadır
Çığlıklarla parçalanmış uykularda
Buruşturulup atılmış aşklarda
Ve çalınmış mutluluklardadır
Ses ile yürek
Büyük rüzgârların o yanık şarkısı
Hâlâ yükselir içimizden dağılır
Coşkunun doruklarında sürer yankısı
İlk kurban adanırken bir nehire
Korkunun ilk nişanında başlamıştır
Gözyaşının ilk damlasından kalma
Yaslı baharlarla gelmiştir bugüne
Kanla yazılan yasalarla
Açlığın otağ kurduğu sabahlarla
Ve sonuçsuz kalan ahlarla gelmiştir
Acıya kurşun işlemez artık
Ölüm bile bu acıyı cellat bilmiştir
Yok bundan böyle ter yarası
Zincir tutsaklığı ve sabır
Kırbaç yalvartması sessizliğin
Can pazarı ve kahır yok
Her şey yaşanan şu gün gibi gerçek
Adımız halk olduğu günden beri
Bir direnç olmuştur bizde sevinçler
Şimdi acının her kuraklığında
Onlar
Yüreğimizin ovalarına çiselenirler
Boşuna değil bu ölürcesine sevmek
Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil
Hep yatağı olduk tarih ırmağının
Yenilgilerle durulmanın
Zaferlerle köpürüp kabarmanın
Ama hiç bir zaman
Anası olamadık geçmişi doğurmanın
Yıldızlar ve sular tanıktır bize
Aç ve kavruk bir memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik
Ordular kurduk türkü renklerinden
Bütün ağıtları bir hücumda yendik
Acıya kurşun işlemez artık
Biz yaşamayı zulümsüz sevdik
Adnan YÜCEL
Günün Fıkrası
Komutan Emir erini çağırmış: “Bana derhal bir lazer yazıcı bul!”
“Emredersin komutanım” deyip fırlamış emir eri… Ve üç dakika sonra yanında başka bir erle beraber komutanın karşısına dikilmiş… “Komutanım! Bu hem Laz, hem de er… Ayrıca okuması yazması da var. Size yazıcılık yapar…”
Komutan: ( burnundan soluyarak ); “İyi ki scanner istememişim!…”
Günün Sözü
Bir şeyi çok sevmek, insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar.
Hz. MUHAMMED
Amaç, sevgi uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır.
SHAKESPEARE
Yalnız seni sevenleri sevmek sevgi değil, değiş tokuştur.
Cenap ŞAHABETTİN
Sevilmek umuduyla sevmek insanidir. Fakat sevmek için sevmek, meleklere mahsustur.
Alphonse De LAMARTIN
Gerçek sevgi, iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.
Yahya B. MUAZ