Bazı Sabahlar Başka Olabiliyor…

0
113

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Havalar yazdan kalma yine sıcak ve hastalıklı. Çevremde herkes şu ya da bu şekilde hasta, mıy mıy ve garip bir şekilde gece haşat gündüz canavar! Yapmakta oldukları işler onlara enerji veriyor ve hastalıklarını unutuyorlar ama gece olunca her tarafları kırım, kırım kırılıyor ve naz niyazlarından geçilmiyor. Bense tam tersi gündüz güneşten kaçan gece ise karanlıktan beslenen hayaletler gibiyim.  Bütün mıy mıylığım, nazım niyazım güneşe. Geceye ise sevgim ve enerjim  kalıyor. Gündüz yapmak zorunda olduğum şeyleri ancak toparlayabiliyorum. Ve bu ufak yollu bir işkenceye dönüşebiliyor bazen bu günlerde   bazen de bir yolculuğa davet…

Örneğin bu sabah simyacı takıldı aklıma. Simyacı kitabını okumuşsunuzdur. Paulo Coelho’nun ilk baskısını 1988 yılında yaptığı ve bizim ancak 2000’lerde okuduğumuz kitabın adı bütün dünyada yankılar yapan ve benim okuduğumda ilk sizinle paylaştığım çünkü paylaşılmaya değer bulduğum muhteşem bir kitap, adeta bir öğreti, adeta bir felsefe, adeta bir macera sıradan ama sıradan olmayan. Romanın kahramanı İspanyol koyun çobanı Santiago…

Santiago tapınakta gördüğü rüyanın peşine düşerek hazinesini aramak üzere piramitlere doğru yol alır. Yolda başına gelmeyen kalmaz. Slam kralı ile görüşür zengin olur parasını yitirir, madeni altına çeviren simyacılardan simya yapmayı  öğrenir. Ve eşkıyaların eline düşer, başına gelmeyen kalmaz. Ve sonunda gerçek hazinesini bulur. Aradığı yerde değil. Bıraktığı yerdedir hazinesi!

Ve bu sabah gözlerimden uyku akarken, umutsuzca simyacı geldi aklıma bende simya yapıyorum her halde dedim kendime. Oysa önce sınandığımı düşünüyordum. Bir sınav olmalı bu yaşadıklarım diyordum. Ve aslında sınavlar simya yapmaktan başka nedir ki? dedim kendime. Bir hedefim var bir isteğim. Aynen Santiago  gibi…

Ve o hedef belki yanı başımdadır hala göremedim, bulamadım hala dolaşıyorum yıkıntılar arasında ve elime geçenleri yitiriyorum öylesine. Hırsızlar her tarafımda birisi paramı çalarken bir diğeri zamanımı çalıyor. Hem de içimi yakacak kadar, öylesine çalıyorlar ki artık hiçbir şeyi saklamıyorum ne zamanımı, ne düşüncelerimi, ne paramı, ne pulumu… Hırsızlık olmasın diye adı. Ve elim bomboş ilerlemeye devam ediyorum, yeni kazançlar elde etmek için ve kazandığımı yeniden yitirmek için. Böylece belki gerçek ve tek kazancı bulabilirim? Dolaşırken kıyılarda köşelerde tahta bir tabure üzerine siniyorum… Slam kralı değil yanımda oturan. Kendi kralımı  buluyorum bütün kralların kralını yanı başım da oturuyor. Saatlerce konuşuyorum, saatlerce o söylüyor ben dinliyorum. Hatta o söylerken ben ağlıyorum.

Ve kalkıp gittiğinde, “gerçek  sona daha çok var, uzun bir yol, dikenli taşlı, derin uçurumlu ve ancak daha  sonra” diyorum. Ohh, git, git biter mi bu yol? Tevekkülle baş eğiyorum. Eğilip bana bunları sunan eli saygıyla öpüyorum. Gidilecek yollar, kaybedilecek zaman ve kazanılacak hediye için, daha çok gözyaşı, daha çok kayıp yaşamam gerekiyor. Bana sunulanı kabul ederken aniden ortaya çıkan korkunç bir kuşku içimi kemiriyor! Ya bu benim yolum bir simya yolu değilse? Ya bir aptalsam, sırf başarısızlığımdansa kaybetmem? Ya ben bir son avcısı değil de, sıradan bir çetenin eline düşmüş değersiz bir eşyaysam? Ya geçip gittiğim yollar gerçek değil de bir düşse? Ve bir korkaksam, aslında hiçbir zaman yola çıkmayan? Ve belki bu kuşkular, belki gerçek “son” için gerekiyorsa?

Gözyaşlarımı içime akıtıp kalkıyorum mihnet sunan eli öpüp alnıma koyuyorum. Düş mü, gerçek mi bilemediğim hayatıma dönüyorum. Giyiniyorum her zamankinden başka  giysilerimi. “Oooo” diyor görenler. “Bazen sıradanlıktan çıkmak gerek” diyorum… Bilmediler tabi nerden bilsinler daha iki dakika önce onlarla buluşmadan kendimle olan randevumda simyacı olduğumu ve bir  kuşkucu…

Hem simyacı, hem can üfleyici,  hem  kişisel kaprislilerle uğraşan bir  sabah seyyahı olduğumu… Seyyahlığım sürerken  sıradan olmayan benliğimde sizlere şimdilik hoşça kalın demek istiyorum, sağlık ve sevgiyle sevgili okuyucularım. Bazı  sabahlar başka olabiliyor… Yase

* * * * * *

Ve içsel simya  hakkında ufak bir bilgi, Vikipedi ansiklopedisinden…

Okültizm‘in dallarından biri ya da kapsadığı alanlardan biri olarak görülen simya kimi kaynaklarda iç (ezoterik) simya ve dış (egzoterik) simya olarak ikiye ayrılmaktadır. Dış simyadaki bütün kavramlar Hermes Trismegistus inisiyasyonundaki ezoterik bilgilerin anlaşılamamış sembollerinden ibarettir. Örneğin, dış simyada madenlerin birbirine dönüşümünü sağlamak anlamına gelen “büyük eser” (magnus opum), iç simyada, inisiyatik bir eğitimin sonunda elde edilen spritüel “aydınlanma”yı ifade eder. İç simyada inisiyasyonlardaki küçük misterlere ve büyük misterlere vakıf olma “küçük eser” ve “büyük eser” diye adlandırılmıştır. “Büyük eser”i gerçekleştiren kişinin “büyük sanat”ın sonunda “felsefe taşı”nı elde etmiş, “ölümsüzlük iksirini”ni içmiş olması, inisiyatik süreç sonunda aydınlanmış olmasını simgelerdi.

“İlk madde”yi (materia prima) elde etmek ise, tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf hali, saf şuur halini elde etmek anlamına geliyordu. Metalin altına dönüşmesi sembolizminde simgelenen bir anlam da ‘aura’nın arınması, altın parlaklığını gösterecek bir saflığa ulaşmasıdır. Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembollerin, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmemiş olanların eline geçmesi dış simyayı doğurmuştur. Bu bakımdan kimi yazarlar dış simyayı okültizm kapsamında, iç simyayı ezoterizm kapsamında ele alırlar.

Günün Şiiri

ANNEMİN KARNINDA

İlk evimdi

Yusyuvarlak

Acaba nasıldım diye

Sık sık sorarım kendime

 

Ayaklarım kalbinin üzerinde annecik

Dizlerim tam karaciğerine karşı

Ellerim kanala sıkışmış

Karnına doğru

 

Sırtım sarmal durumda eğri

Kulaklar dolu gözler boş

Kaskatı kıvrılmış

Başım ise neredeyse vücudundan dışarıda

 

Kafatasım deliğinde

Sağlığından

Kanının sıcağından

Babamın sıkıştırmalarından

Haz duyuyorum

 

Zaman zaman tuhaf bir ateş

Karanlık dünyamı aydınlatıyor

Kafatasıma inen bir şok beni rahatlatıyordu

Ve atılıveriyordum kalbine doğru

 

Dölyatağının iri kası

Beni sıkıştırıyordu o an

Ve kanınla suluyordun beni

 

Alnım hâlâ yumru yumru

Babamın dürtmelerinden

İzin vermek niye bunu yapmaya

Neredeyse boğazlanmaya

 

Ağzımı açabilseydim eğer

Seni ısırırdım

Konuşabilseydim biraz

Şöyle derdim:

Kahretsin, yaşamak istemiyorum!

Blaise CENDRARS

Günün Sözü
İnsanlara cehaletlerini tanıtmak imkânsızdır. Zira cehaleti tanıyabilmek için de bilgi lazımdır; dolayısıyla cehaletini görebilen cahil değildir.
 J. Taylor

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here