Teşekkür Etmeyi Bilmiyoruz

0
129

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Çoktan beri dikkatimi çekiyor ama görmezden gelmeye çalışıyorum. Teşekkür etmeyi bilmiyor muşuz aslında? Özür dilemeyi de. “Kusura bakma” demeyi de bilmiyoruz. Sözümüzde duramadığımız zamanlarda da, bunun nedenini açıklama ve özür sayılabilecek cana yakın bir sözcük kullanmayı da bilmiyoruz. Ya da hepsini biliyoruz ama yapmıyoruz çünkü bizi bundan alıkoyan o sefil “benliğimizin” esiriyiz de ondan. O kadar esiriz ki onu dışlayıp “biz” olmayı beceremiyoruz. Bunun için gayret bile etmiyoruz. O kadar birlikte yaşmaya alışmışız ki onu büyütüp, altında nasıl ezildiğimizin ayrımında olmuyoruz bile. Ve böyle, böyle gittikçe bencilliğin derin karanlık kuyusunda insan olmanın o dayanılmaz inceliğini yitirip, boş başaklar misali yaşamımızı sürdürüyoruz. Bu duruma üzülüyorum, tabi üzülmediğimi sandığım çokkk zamanlar da. Çünkü teşekkür dilimin ucunda olur her an. Ve her şey için, teşekkür etmeyi bilen ve birini kırdığı zaman -ki asla bilerek değil- ve kesinlikle kırıldığım için kırdığımda, özür dilemeden, gönül almadan günü bitirmeyen biri olarak… Üzülmemek elde değil tabi…

Arkadaşlarım yıllar boyu  “sana okulda yalnızca teşekkür etmeyi mi öğretiler” diyerek benimle dalgalarını geçtiler. Ama teşekkür etme huyundan vazgeçiremediler. Ne yazık ki üzülerek söylüyorum onlar da teşekkür etmeyi bir türlü öğrenemediler. Onlara örnek olamadım. Bu benim yenilgim kabul ediyorum. Ki, Jan Jakruso’nun çocuk eğitimi “Emil” adlı eserini daha sanırım on  yaşında iken okumuştum (nasıl niçin okudum bilmiyorum, o yaşta? belki yalnızca evde olduğu için) daha sonraları yeniden okudum ve yeniden ve yeniden. Ve inanıyordum ki en az onun inandığı kadar örnekleme sanatına. Sözle değil davranışla örnek olunabileceğine. Ama gördüm ki evet benim çocuklar öğrendi, yalnızca örneklemelerden değil tabi. Ancak arkadaşlarım, dostlarım, yakınımda olan hiç kimseye bir nefes kadar bile yaramadı davranışlarım. Bu yüzden hep yalnız hep bir köşede kaldım. Ancak ne yaman bir çelişki ki.

Bu sevgili arkadaşlarım, kendileri yapmadıkları her şeyi kesinlikle başkasından beklerler. Ve çok kaba bir şekilde uyarırlar bile. Görmezden geliyorum dedim çokkk zaman. Gerçekten her an gördüğümü ciddiye alsam çok değişirdi durumlar.  Ve pılımı pırtımı toplayıp kendimi dağlara vurmam gerekirdi ki yine çok zaman bu özlemleri duyuyorum ve sizinle de paylaşıyorum. Ancak hep düşünüyorum ki. Bütün Canlılar doğalarına göre davranırlar. Yani bir çiçeğe açma diyebilir misiniz?  Hanım eline nergise, güle, kokma diyebilir misiniz? Kediye miyavlama, köpeğe havlama denebilir mi? Tabi ki denemez. Değil mi?  Deseniz de zaten işe yaramaz. Akreple kaplumbağanın öyküsünü bilirsiniz. Akreple kaplumbağa bir su kenarında buluşurlar. Karşıya geçeceklerdir. Akrep beni sırtında geçirsen sana hiç zarar vermem diye yeminler eder kaplumbağaya. Kaplumbağa hayır der ancak akrep o kadar dil döker ki sonunda garibim kaplumbağa inanır akrebe. Ve onu sırtına alıp suyu atlar. Tam karşıya geçerken akrep kaplumbağayı ısırıverir. Can haviliyle haykırır garip kaplumbağa.  Ne yaptın der. Hani söz vermiştin. Ne yapayım kardeş der. Ben akrebim ve doğama uymak zorundayım…

İşte bu kadar basit… Bu kıssa iyi güzelde… Sözünü etiğimiz hayvanlar ama.  Oysa bizim yakındığımız insan. İnsan aklı ve görünüşü ile diğer canlılardan ayrıdır. Ona yön veren aklıdır eğer onu kullanmasa, diğer canlılardan bir farkı kalmaz doğasında incelik var.  İyilik var ve tabi ki haldır, hundur kötülük, kin, kıskançlık, benlik gibi kötü huylarda var… Ve hangi tarafınızı beslerseniz o taraf beslenir güzelleşir. Ancak insanlar güzelden yana görünseler de besledikleri şey “benlikleri” ve bu yüzden unutuyorlar insana dair bütün incelikleri…

Bu yüzden bugün görmezden gelemiyorum kabalıkları ve ruhum inciniyor ta derinden sesimi soluğumu kesiyor incinmişliğim.

Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalın diyorum. Lütfen, insana ait incelikleri göz ardı etmeyin, sizin için hiç önemli görünmeyen bir sözcük, bir teşekkür bile bazı insanların belki yaşamında yeni bir kapı açabilir. Bilgisayarıma ve parmaklarıma ve bana yazdırana da çok, çok teşekkürler ediyorum ve siz’e, siz olduğunuz için teşekkür ediyorum… Sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım  teşekkür dilimizden düşmesin. Ayrımsız gayrımsız… Yase

& & & & &

Huzura Oruçlu Gitmek

Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve “Muhterem Efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordu.

O da; “Allah Teala bilir ama bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum.” buyurdu. Hanımı bunu işitince üzüldü; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsunuz.” dedi. Nasuhi hazretleri; “Takdir-i İlahi böyledir.” cevabını verdi.

yase-ramazan2

Aradan günler geçti. Ramazan-ı Şerif ayının orta­ sına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alaed din Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi.

Muhammed Nasuhi Hazretlerinin talebelerinden Şami Ahmed Efendi, vefat edeceği gün hocasını ziyaret etti. Muhammed Nasuhı Efendinin hastalığı iyice artmıştı.

Şami Ahmed Efendi ona; “Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir.” deyince, Nasuhi Efendi; “Oğlum! Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle otuz senedir farzları değil nafileleri dahi noksan yapmadım. İnşallah bu gece dergah-ı iz­zete oruçlu giderim.” buyurdu.

Muhammed Nasuhi hazretleri vefat ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; “Bu gece Cüneyt-i Bağdadi, Abdülkadir-i Geylanı, Molla Hünkar Celaleddın, Maruf-i Kerhı, Seyyid Yahya Şirvan, Sultan Şaban-ı Veli ve Hocam Ali Atvel hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin.

“İftar vaktinde Derviş İbrahim, Nasuhı hazretlerinin yanından odanın kapısına va­rıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasuhi haz­retleri bir defa; “Hu” diye seslendi. Derviş İbrahim ekmeği bı­rakıp içeri girerken tekrar; “Hu” diye Allah Teala’nın ismini zikredip ruhunu teslim etti.

(Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007)

Günün Şiiri

Sana Ne Söylesem Ömrüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem

Sana ne söylesem ömrüm

Sen ki şiirler düşürürdün

Uzun uğultularla akan sulara

Toprağın tuzu, taşın izi olurdun

Ayışığı toplardın güllerden

Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza

Kırgın kadınlarımıza yazılarda

Oradan oraya savurduğumuz

Sarılan sarılan yalnızlığa

Şimdi nasıl koysam yerine

Kırılan dalı, örselenen çiçeği

Okşasam usulca, öpsem öpsem

Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem

Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi

Sana ne söylesem ömrüm sana

Sen ki gümüş pullar düşürürdün

Bulanık karanlığa hüznümüzün

Yeniden yeniden kazanırdık umudu

Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem

Sana ne söylesem ömrüm

Toparlan, kanınla katıl haydi,

Kalan ömrünle, kanayan yanınla

Bir yoğunluğa koy günlerini

Ahmet UYSAL

Gözyaşları da Çiçek Açar

Ellerimi dokunduğum her yerde

Çığlık çığlığa kıvranıyor hayat

Ve ölen arkadaşların giysilerini

Bir kere daha dürüp koyuyor analar

Çamaşır sandıklarına

Gözyaşları da çiçek açar

Bugün yurtyeri olsa da acılara

Kayaların en sarp yerlerindeki

Kırlangıç yuvalarını andıran alnın

Bir gün terli bir gelecek uçuracak

Sabahlardan akşamlara kadar

Gözyaşları da çiçek açar

Ansızın oyuna başlayan çocukların

Sesleri kadar canlı ve huylu

Sevinçleri kadar taze ve acemi

Bir duruş kuşatır seni o zaman

Gözyaşları da çiçek açar

Başını dayadığın ağaç dalı

Bak hafifçe eğildi toprağa doğru

Uyuyan bir çocuğun soluk alışını

Dinler gibi kendini vererek

Yaklaş yüzünü örse de acılar

Boynundan ter boşalan herkese

Gözyaşları da çiçek açar

Yaklaş, yüzünü örse de acılar

Ve nasıl yakalarsa toprağı kök

Suları renk, dalları kiraz

Sen de öyle yakala hayatı

Yürü kol kola canıma değsin

Gözyaşları da çiçek açar

Abdülkadir BULUT

Günün Sözü

Düzeltilmesi gereken bir yanlışlık, doğruluktan daha ağır bir yüktür.

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here