“Oruç Sabrın Yarısıdır”

0
71

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? 12 ayın incisi rahmet ayı Ramazan ayı bütün alçak gönüllüğü ile geldi. Ama bizi yine arka arakaya gelen şehitlerimiz acısı ile buldu. Cumartesi gecesini Pazar gününe bağlayan Hızır ile İlyas peygamberin buluşma gecesinde bütün dilekler rahmet içeriyordu şehitlerimize ve dualarımız onlar içindi ve artık savaşsız, kavgasız, sevgi dolu bir dünya için.

Ve İstanbul’da Ramazan ayı bir başka güzel geçer. Eğer gündem güzel olsaydı oruç tutmak kalabalık sofralarda yapılan iftarlar ve yine kalabalık sofralarda yapılan sahurlarla çok güzel geçilebilirdi. Eğer şehit haberleri bir düğmeye basılmış gibi artmasaydı, yola döşenen mayınlar yüzünden çocuklar ölmeseydi, darbe mahkemelerin kararı ile idam edilen 3 fidanın yıldönümü olmasaydı. Pahalılıktan halk inlemeseydi israf ve gösteriş olağan üstü artmasaydı. Şahsen kendimi bu havada çok masum bulmuyorum! Bu da bendenizin kendi ile imtihanı ve keşke herkes bendeniz gibi kendi ile kavgalı olsa doğru için sevgi için kardeşlik için birlik ve beraberlik için.

Ve bugün nihai kararını bildirecek YSK İstanbul seçimleri için. Ramazandayız en azından bu rahmet ve mağfiret doğruyu, hakkı, hukuku kardeşliği, paylaşımı tavsiye eden bir ayda dileriz sonuçlar vicdanları sızlatmaz hak ve hukuktan ayrılmaz.

Bir Ramazan Masalı ile sağlıkla, sevgiyle kalalım diyorum; ayrımsız, gayrımsız, ön yargısız hep birlikte ve şehitlerimize rahmet dilekleri her dem dilimizde, huzurlu, barış dolu bir Ramazan ayı yaşama dileği ile… Yase

Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede… Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar! O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş… Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine… Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için…

“-Hayat, bu işte!..” derlermiş. “Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır.”

Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde…

Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar.

“-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!..”

Pek duâ eden olmamış ama; “Nasıl şifa oluruz?” diye düşünen hekimler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler; padişah kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye çok çok düşkün bir adammış.

“-Ülkeyi yöneten adam öyle mi olurmuş?” demeyin, masal işte!

Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vücudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hiç kımıldamadan öylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Öyle büyümüş ki, midesi, bedeninde kalbine hiç yer kalmamış. İşe bakın siz, mide büyüyünce, kalp küçülür, katılaşırmış.

Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Az yesin diye midesini küçültmeye çalışmışlar, ama kâr etmemiş. Hele kalbi için kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de büyür diye, gözyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. Nâfile, o da işe yaramamış.

Padişahın yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim:

“-Allah’tan ümit kesilmez!..” demiş. “Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir.”

Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş.

Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan… Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı… O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah’ın yol verdiği bu ülkede.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu… Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ülke insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor, karıncalara yol veriyormuş. O yürüyor, ardından bir “huzur” rüzgarı bırakıyormuş efil efil… Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?! Şaşırmışlar… Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessüm etmiş:

“-Ramazan…” demiş.

Ramazan’ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan’ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler.

Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler… Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna… Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!…

Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan;

“-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz.”

“-Peki, çare nedir?” diye sormuşlar.

“-Çare Allah’tır, Allah’tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede… İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!”

“-Vaktin oğlu mu?” demişler, şaşırmışlar.

“-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde… Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur.”

Sonra padişaha dönmüş, Ramazan:

“-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp’larını duyasın…”

Bunlardan sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış. Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay sürmüş yolculuğu… Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi…

Burda da masal bitmiş.

“-Bu masalda hiç mi kötü yok?” diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın kalbine; biri “vaktin oğlu” olabilenlere, biri de Ramazan’ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere…

Kübra Akbet/Şebnem Dergisi, Sayı 20

Günün Şiiri

Beşinci Mektup

Ayrılık diye bir şey yok.
Bu bizim yalanımız.
Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var.
Şimdi neredesin? Ne yapıyorsun?

Güneş çoktan doğdu.
Uyanmış olmalısın.
Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi?
Öyleyse ayrılmadık.
Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz.

Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum.
Önce beklemekten.
Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan.
İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.

Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar,
Sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini…
Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını,
Kanunlara saygı göstermesini,
İnsanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar.

Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.
Ya o? Ya o?
İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat,
Çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor,
Saadet bekliyor yaşamaktan.

Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık.
Aradıklarının çoğunu bulamamış,
Beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak
Göçüp gidiyor bu dünyadan.

İşte yaşamak maceramız bu.
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak
Ve yaşayıp beklerken ölmek!

Özleme bir diyeceğim yok.
O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası.
O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı.
O tek güzel yönü bekleyişlerimizin.

İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı,
Yaşantımız özlemlerle güzel.
Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin.
Bir kokusu var bütün çiçeklere değişmem.
Bir ışığı var, bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.

Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam;
Seni özlediğim içindir.
Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni;
Seni özlediğim içindir.
Yaşıyorsam; içimde umut varsa,
Yine seni özlediğim içindir.

Seni bunca özlemesem; bunca sevemezdim ki!
Ümit Yaşar OĞUZCAN

Günün Sözü

Nice oruçlu insan vardır ki, orucundan nasibi sadece aç ve susuz kalmasıdır. Ve nice geceleri ibadetle geçiren vardır ki, bundan nasibi sadece uykusuz kalmasıdır.

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here