Klasik Eğitimde Modernist Sapma: Rekabet!

0
127

Özet: İlgili literatür incelendiğinde; eğitimin klasik tanımlarında, toplumsal yetkinliğe yönelik bireysel bilgi, beceri ve yetenek hacminin derinliğinde nitelik kavramına, modernist tanımlarında ise yüzeysel  kalite sözcüğüne yer verildiği görülür..

Artı; Kalite sözcüğüyle birlikte eğitimde klasik toplumsal yetkiliğin yerini piyasa, bireysel bilgi, beceri ve yeteneklerin yerini ise müşteri memnuniyetinin aldığı.. Devamla; modernleşmenin, buharlı makinelerin sanayide kullanılmasıyla başlayan süreçte tüketime yönelik ürünlerin kitleselleşmesiyle toplumsallaştığı.. Dolayısıyla eğitimin bir tüketim nesnesi gibi algılanmasında piyasacı rekabetçilere göre şaşılası bir durumun olmadığı.. Buna mukabil, modernleşmeyle birlikte insani değerlerin de buharlaşmaya başladığı gerçeğinden hareketle; klasik toplumcuların rekabeti bir sapma olarak değerlendirmesinde de yadırganası bir durumun olmadığı özete eklenebilir..

Bununla birlikte söylemeliyim ki, “Rekabet, eğitimde kazanma ihtiyacını motive yönüyle asli unsurdur! Eğitimin kalitesini yükseltir! Yeteneksizlerin elenmesi de doğaldır!” yargılı, insanın toplumsal doğasına aykırı Sosyal Darvinist yaklaşımlı ve fakat kendini toplumcu(!) eğitimci olarak varsayanlar da yok değildi! Ki bu kişiler her ne kadar kendilerini öyle tanımlasalar da rekabetçiliği savunmaları, onların “yaşasın insan” idealli, her türden eşitsizliğe karşı “hakkın ve haklının” yanında saf tutan toplumcu niteliklerinin, mesleki geçmişinin derinliklerinde kaldığına kanıttı.. Bu bağlamda onların, yüzeye çıkan “bırakınız yarışsınlar, yaşasın kazanan birey!” türü sığ liberalliklerinin farkında olmamaları elbette şaşılası bir durumdu! Kaldı ki “eğitimde yarışma ihtiyacı” diye bir ihtiyaç da yoktu.. Hümanist ihtiyaç kuramcılarından Maslov, insani ihtiyaçların bütüncül bir hiyerarşisini çıkartmış ve en alta yiyecek, içecek, barınma gibi fizyolojik ihtiyaçları yerleştirmişti. Diğer ihtiyaçları; “güven, ait olma sevgi ve kabul görme, kendine saygı, entelektüel başarı, estetik beğenme takdir etme” ve en üste de “kendini gerçekleştirme” olarak sıralamıştı.. (Eğitim Psikolojisi s.172, O. Kazancı) Görüldüğü üzere, insani ihtiyaçlar listesinde rekabete yer yoktu. Yoktu fakat, listedeki kabul görme olgusu, piyasacılar tarafından “kabul görmek için kazanmak” gerekir şeklinde algılanmış ve kazanmak için de “yarışmak ihtiyacı” oluşturulmuştu.. Rekabet; Adem’in iki oğlundan beri vardı.. Ve fakat sorun; rekabetin insani olup olmamasındaydı.. Ki, insani maruf yaşamımızda var olan malum; barış, kardeşlik, yardımlaşma değerlerimiz, rekabetin gayri insani olduğuna kanıt olarak sunulmaktaydı.. Peki, malumu meçhule devirip, marufu münkere evirerek Ademoğullarını rekabet arenasına çeken kimdi? Hısımı yani kardeşi miydi? Yoksa maruf yaşamın yolunu keserek, kardeşi kardeşe hasım gösteren şakiliği malum eşgali meçhul o meşhur cahil miydi? “Marufu emredip, münkeri nehyeden” arife tarif gerekmese de; o şeytani örneklerden biri, Malthus’tu.. Bu zat, bulduğunu iddia ettiği  “doğal, bilimsel(!)” yasasında şöyle diyordu: “Nüfus geometrik, (2,4,6..) üretim aritmetik (1,2,3..)  oranla artar. İnsanın üremesi tarımsal üretimle sınırlıdır. Açlık ve sefalet; ve bunların doğurduğu her türlü kötülük, fazla nüfusu doğal yoldan dengeler! Bu nedenle yoksullara yardım edilmemelidir!”  (Düşünce Tarihi, s.365, O. Hançerlioğlu) Gerekçeli savunmasını da şöyle yapıyordu: “Yoksulların yardım istemeye hiçbir doğal hakları yoktur. Sahiplenmiş bir dünyaya gözlerini açan yoksul bir adam, yiyeceklerden en ufak bir pay isteme hakkının olduğunu öne süremez. Doğanın görkemli şöleninde ona boş yer yoktur. Doğa ona defolmasını söyler ve sofradaki bazı konukların acıma duygusu olmasa, kendi buyruğunu derhal yerine getirir.” (Nüfus Sorunu ve Malthus, s.15, Çev. O. Yaylalı) Malthus’a cevabı, o sofradaki konuklardan biri olan Archibald Alison veriyordu: “Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok veriyor. Bu sınırsız üretken kapasite, herkesin çıkarı doğrultusunda uygulanmalı.” (Aynı Kitap, s.65) Alison, Maltus’un yoksulların elenmesini bir doğa yasası addettiği nüfus teorisini, “aşağılık öğreti, insanlığa karşı iğrenç küfür, doruğa çıkmış ahlâksızlık” şeklinde niteliyor ve 66.sayfada: “Liberal serbest ticaret sisteminin mihenk noktasında bu teori vardır. Sefaletin ve suçluluğun nedeninin rekabet olduğu bir kez kanıtlanırsa, o zaman bu teoriyi savunmaya kim cesaret edebilir?” diye soruyordu..

Ve fakat rekabeti, kendi spekülasyonlarına mihenk taşı yapan ve toplumsal olay ve olguları “en güçlünün yaşaması, güçsüzlerin elenmesi” ilkesi içinde yorumlayan  Sosyal Darvinistler bu cesareti gösteriyordu.. Bunlara göre bireyler hayatta kalma mücadelesiyle büyük bir rekabet içindeydi.. Gelişmiş medeniyetler atalarından kültürel miras almışlardı ve bu onları diğerlerinden üstün kılan bir ayrıcalıktı.. Doğanın düzeni güçlülere, zayıfların elindeki kaynakları alma, yönetme ve sömürme hakkını veriyordu.. Bunu her yol ve yöntemle yapabilirlerdi ve ahlâki değerlere gerek yoktu!

Oysa her insan, doğuşunda doğadaki en güçsüz ve fakat yaşama hakkı en kutsal canlıydı.. Bu en güçsüz canlı bir aile, toplum içinde ve doğal insani hakkı olan eğitimle yaşama hakkını devam ettiriyordu.. Ve her insanın, barış içinde yaşama hakkını kutsayan insanlık meziyetine de ahlâk deniyordu.. Ki atalarımızdan miras kalan bizim maruf kültürümüzde de “edep ya hu” düsturlu malum; “eğitimde önce ahlâk” ilkesi bulunuyordu..

Selam ve saygılar…

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here