Dört Mevsim Masalı ve Bir Şiir

0
104

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Kendi hikayemizi kendimiz yazıyoruz gibi görünüyorsa da öyle sanıyorum ki aslında bizim bir şey yaptığımız yok, her şey olması gerektiği gibi oluyor, bizde bize biçilen rollere uygun olarak oynuyoruz. İşte, “hayat” değimiz bu… Soluklanıp, yaşamadan yaşlandığımız  zaman! Haksızlık yapıyorum herhalde bu kadar da değil yani! Ancak düşünüyorum ve yine sabırsızım yazmak için bile. Ve zamanı hiç bitmeyecek şeymiş gibi sananlara acayip hayretim.

Aslında kızgınım, aslında suratımı astırıyorlar aslında, onlara yazıklanıyorum. Ve  hayatın bize yaptırdıkları bu diye düşünmeye gelince de duruyorum. Oysa bu  hayatın onlara biçtiği rol ise buna uymaları gerekiyor her halde değil mi? Neden onlara kızıyorum ki? Neden kendimi hikayeler yazabildiğim için seviyorum ki. Aslında kimsenin bir şey yaptığı yoksa her şey yaptırılıyorsa? Tamam! anlaşıldı… Bugün kafamda sabırsız düşünceler karıştırıyor her şeyi. Off valla anlamıyorum, anlatamıyorum en iyisi  biz bir dört mevsim masalı okuyalım ne dersiniz?

& & & & &

Dört Mevsim Masalı

Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.

Nöbetçi: “Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü… İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.”

Toprak Ana: “Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.”

Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış.

Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya: “Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.” İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış.

Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine: “Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim, demiş. Sonra o da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.

Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya: “Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim, demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da: “Benim adım kış, benim adım kış” diye bağırıyormuş. Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış: “Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.”

Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar.

& & & & &

Ve sevgili okuyucularım yürüyüş yapıyorsanız köprüde olta atan meraklı vatandaşlarını görüyorsunuzdur. Dün baya bir zamanımı orda geçirdim hava serin ve temizdi bu yüzden rahatlıkla oraya takılabildim.  Çok değişik insanlar var hemen göze çarpan. Koca göbekli takım elbiseli ilk göze çarpan, belli ki bu işten çokta anlamıyor, gözlerinde endişe  bunun açık belirtisi gibi. Şakakları, bıyıkları kırlaşmış gözlerinde delici bir bakış, dudaklarının arasına  sıkıştırdığı sigarası  ile gerçek  karakterler falan. Bu karakter umarsızca atıyor oltayı bekliyor. Yaşı geçkin ancak acayip bir enerji, bir geçmiş görmüşlüğün havası var üzerinde eskilikten dökülen giysilerine rağmen. Yanında  asık suratlı genç bir çocuk koyu esmer teni, düzgün bir profili ve nedense asık ince çok hoş bir suratı olan. Pat atıyor oltayı pat çıkıyor istavritler onlarca kişi var hepsi atıyor oltalarını, dikkatli bakışlarla özellikle takım elbiseli, kısa boylusu her oltayı çekip tekrar fırlatırken daire gibi dönüyor kaldırımda içimden gülümsüyorum ayaklarında terlikleri  olanlar, öğrenciler ve benim gibiler hep birlikte inceliyoruz onları hiç kimsenin oltasına takılan yok. Yalnızca o asık suratlı somurtkan ancak nedense çok sevimli olan bu  çevreden habersizmiş gibi durup aslında her şeyin ayrımında olan genç çocuk. Oltasını çekince sanki çok normal bir şeymiş gibi Balıkcağızı tutup koparıyor oltadan ve yeniden atıyor oltayı. Yüzünde ne ufak bir sevinç ya da başka bir şey oluşmuyor, sıkı dudaklar, çatık kaşlar, umarsız bir bakış. Orada durup izliyorum uzun, uzun birileri geliyor, birileri gidiyor ve orası bir garip kalabalıklaşıyor. Çok seviyorum bu insan manzaralarını üşümesem onların hepsi dağılana dek orada kalırdım. Köprünün altından geçen su çamurlu, naylon torbalar yüzüyor, sünger topları ve baya bir kirlilik var. Ancak bu kimseyi ilgilendirmiyor. Bir kadın geliyor haşır, haşır bir torbadan bir şeyler çıkarıyor ekmek parçaları ufalayıp, ufalayıp atıyor sulara, sonrada çekip gidiyor selamsız sabahsız, kupkuru bir yüzle! Buna da çok şaşıyorum asla böyle bir şey yapamam ben illa bir selam vereceğim ya da gülümseyeceğim ya da el falan sallayacağım. Birisi birinin yanında durur da en azından başıyla bir hafif selam veremez mi? Vermiyorlar, kendilerinden başka kimse yok gibi davranıyor herkes.

Neyse  bir şiir geldi aklıma bölük, bölük balıklar hakkında netten doğru dürüstünü indirdim  birlikte okuyalım mı ne dersiniz, bakalım bizim sevimli istavritler ne söylüyor? Masal gibi bir yaşam ve sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım. Ayrımsız gayrımsız. Yase

Günün Şiiri

Küçük İstavritin Öyküsü

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya…

Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.

“Dudağı yarıklar ” denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü , insanı
oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları
hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansız uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi   yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına,
iki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
” Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki
küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar
hep bir umudum olsun diye… “

Ayet ve Hadislerle Ramazan-ı Şerif ve Oruç

Ramazan ayı ve orucu Allah’ın şeâirindendir. Allah’ın şeâiri ise; Allah’a ibadete vesile olan, haklarında saygı göstermeye kulların dâvet edildiği Kur’ân, Kâbe, Peygamber, namaz, oruç, ezan ve mescitler gibi alamet ve eserlerdir. İşte mü’minlerin Ramazan ve oruca saygısı, onlar İslam’ın alametlerinden olduğu için bambaşkadır. Kur’an-ı Kerim’de de;  “Artık her kim Allah’ın şeâirine hürmet gösterir, onların hukukunu muhafaza ederse şüphe yok ki bu, kalplerin takvâsındandır. (Hac Suresi, 22/32) buyrulmuştur.

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here