Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Evimiz okul sokağında, hep gözlemliyorum, anneleri ve çocukları. Okul çıkışı sohbetler hep ders üzerine. Ne kadar dersin var, yavaş yapıyorsun, yetiştiremeyeceksin, hızlı yap biraz falan filan…
Zaten beş saat dersten çıkmış çocuk oflamaya başlıyor. Hep bir şeyler bekliyoruz, hep daha iyisini istiyoruz minicik bedenlerden… Tamda bunları düşünürken çok güzel bir paylaşım gördüm nette. Sizlerle de paylaşmak istedim. Lütfen çocuklarımızın üzerine fazla gitmeyelim. Biraz rahat bırakalım ve onları anlamaya çalışalım… Ve lütfen onları yaftalamayalım… Sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım… Yase
& & & & &
Çocuğu birinci sınıfa başlamış bir anne-baba çaresizlik içinde yanıma gelmişti. Çaresizliklerinin sebebi; 19 kişilik sınıfta 18 kişi okuma yazmayı öğrenmiş, bir tek kendi kızları kalmış okumaya geçemeyen. Çalmadıkları kapı kalmamış, kimi “Disleksi var galiba çocuğunuzda” demiş. Kimi “Beyindeki kimyasal denge bozukluğundan” bahsetmiş. Bütün bunlarla yetinmeyen anne, gittiği yerlerden birinde “Kızınıza kötü cinler musallat olmuş” diye duyunca film kopmuş…
Kocaman değil, henüz 6 yaşında bir kız çocuğunun okul hayatında başına gelenlerden bahsediyorum… Göz ucu ile şöyle bir baktım; utangaçtı… Bilirim ki kız çocukları bu yaşta böylesi utangaç olurlardı, sorun yoktu benim için. Adını sormak istedim, annesinin arkasına saklandı. Babası kolundan tutup saklandığı yerden çıkartırken “Amca adını soruyor, söylesene adını hadi…” demesi çocuğun içinde bulunduğu durumu özetlemeye yetti. “Üzgünüm çocuklar sizler adına” demek geldi içimden, söyleyemedim…
“Siz dışarıda bekleyin isterseniz?” diye anne-babayı dışarıya davet ettim. Çocuk öylece kalakaldı oturduğu koltukta… Kaygılı idi. Başına ne geleceğini bilememenin, ama kendinden büyük birisine de itaat etmesi gerektiğinin çelişkisi okunuyordu vücut dilinden.
Kendimi tanıttım. Güzel resim yapabildiğimden bahsettim. İsterse birlikte resim yapabileceğimizi söyledim. “Hı hı” diye başını salladı ürkekçe… Diz çökerek oturduk yere, sehpanın üzerine koyduğum kâğıda boya kalemleri ile ev yapmaya başladık…
Ben, yazı da yazabildiğimi söyledim. Çocuk, “Ben de yazıyorum ama biraz yavaş” dedi. “Olsun” dedim, “Ben de önceden yavaş yazıyordum. Hem yavaş yazınca bazen daha güzel oluyor” deyince gözlerime baktı, rahatladı. Sonra kaşlarını çatıp “Ama öğretmenim dedi ki hızlı yazmalıymışım. Hem ödevimi yavaş yapınca annem kızıyor.” derken, ülkemiz çocuklarının eğitim dramını anlatıyordu aslında…
İkimiz de önümüze yeni bir kâğıt aldık… Oturduğumuz yerde, benim söylediğim harfleri birlikte yazmaya başladık. Küçücük parmakları ile nasıl da samimi çabalıyordu, içim burkuldu… Üç-beş harfi yazdıktan sonra “Ben yazı da okuyabiliyorum” dedim.
Çocuk beni duymazdan geldi. Kalemle çizgi çizmeye devam etti. İncinmişliği vardı belli ki… “Hatta ben, bu harfin hangi harf olduğunu bilebilirim” deyince başını kaldırdı, “Ben de bilirim, o A” dedi. Cesaret kazanmıştı. Çünkü kendini zorlamayan, ona uyum sağlayan bir yetişkin vardı yanında. “Peki, bu hangi harf?” diye sordum, onu da bildi, diğerini de… “Hadi bu harfleri yan yana okuyalım dedim”, yavaş yavaş da olsa okudu.
“Ne güzel okuyorsun” dedim. Çocuk: “Ama annem sıkılıyor ben okurken. Babama diyor ki gel şu çocuğu sen okut, yoksa ben çıldıracağım.”
& & & & & &
Dakikalarca gözlemledim, ne “disleksi” idi problemin adı, ne de “cin çarpması”. Aklı başında, narin bir kız çocuğu ve ona hitap edemeyen yetişkinlerin çatışması vardı ortada; “beklenti çatışması”… Çocuk, kendi biyolojik ritmi ile “edinerek öğrenmeye” çabalarken, anne-babanın bu hızı yavaş bulup hızlandırma gayreti, çocuğu sersemleştirmişti.
Çocuğu dışarı alıp anne-babayı yeniden davet ettim. Dikkat ettim ki anne babanın da biyolojik ritmi oldukça bozuk. Baba beni dinler iken ayaklarını sallayıp duruyor, anne konuşurken hızlı hızlı ve yutarak konuşuyordu… Hâlbuki edinerek öğrenmenin en temel ilkesi; eğiticinin “sekine” halinde bir biyolojik ritme sahip olmasıdır. “Aktif bir pasiflik”, eğiticinin en üstün özelliğidir.
Konuşurken, inci tanesi gibi kelimeleri tek tek çıkarmak… Yürürken, yavaş ve sükunet içinde yürümek… Göz göze gelindiğinde, gözlerle çocuğun gözlerine dokunacak kadar sakin bakmak, edinerek öğrenmenin olmazsa olmaz prensipleridir.
Kalıcı öğrenmenin önündeki en büyük engel; çocuğu hızlandırmaktır; “Hadi, hadi… Çabuk, çabuk… Herkes yaptı bir sen kaldın” gibi baskılar çocuğu psikolojik olarak gerdiği gibi, bilginin içselleşmesinin önünü de kapatır. Çocuğa iyilik yapmak isteyen eğiticiler, onun biyolojik ritmine saygı duymalı. Belki kendilerinin bozulmuş olan biyolojik ritimlerini de “sekine” haline çevirerek çocuğun karşısına çıkmalıdır. Bu bir lüks değil, çocuk hakkıdır.
Adem Güneş
Günün Şiiri
ÜÇ DİL
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.
Bedri Rahmi EYUBOĞLU
Çakıl
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar
Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.
Bedri Rahmi EYUBOĞLU
Günün Fıkrası
Temel camcıymış. Camlarını yıkadığı yer 35 katlı bir binaymış. Yıkarken aşağıya bakmış küçük bir adam görmüş. Sonra 30. kata inmiş ve yine bakmış adam yine küçücük. 25. kata inmiş ve adam birazcık büyümüş. 20. kata inerken adam daha büyümüş. 15,10. kat derken adam daha büyümüş en sonda Temel aşağıya kadar inmiş. Bir bakmış adam Temel’den daha uzun, sonra Temel zıplayıp adamın ensesine vurmuş. Adam: “Ne vuriysun uşağum”
Temel: “Sus ula konuşma! Ben senun küçükluğuni de bilirum.”
Günün Sözü
İnsanlar birbirlerine egemen olmak isterler ama kendi kendilerinin bile efendisi değillerdir…
Maksim GORKİ