Bu Sabah Yazı Yazmak Çok Zor…

0
48

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Ah havadan sudan yazılar yazmak ne kadar zor bu günlerde! İçinizden geçtiği gibi yazarsanız ki ne iftira, ne yalan ne de sübjektif, resmen gerçek; en hasından. E buyurun yazın bakalım ne oluyor? Ne yalan söyleyeyim yazarım yazmaya ama kendime saklarım. Çünkü gerçeği duymak ne yazık ki insanları rahatsız ediyor. Kendi yarattıkları yalan dünyada kavramları iyice arapsaçına çevirip yalnızca kendi anladıkları şekilde yorumlayarak yaşadıkları için ne dediğinizi bile anlamak istemezler. Ve biz ayrı dillerden ve ayrı değerlerden ve aynı olmayan anlayıştan olduğumuz için ne yazdığımızın ne de söylediğimizin bir karşılığı olmuyor ya da olursa başımız derde giriyor.

En iyisi resim yapmak! Valla balkonda sehpam, kafam bozulunca çalışıyorum denize karşı. Deniz dedim de valla kaç zamandır denizin farkında bile değilim! Aklım fikrim firarda üzgünüm dizi dizi mezara verilen şehit Mehmetçiklerimiz ve suçsuz yere ölen, iş bulamayan üniversiteli gençlerimiz için.

Ve sevgili okuyucularım bu sabah havuzda yıllardır sadece havuz arkadaşlığı yaptığım bir hanım sigarayı bırakmış sonra yeniden başlamış, şimdi günde üç adet içiyormuş. Bana “evrene mesaj yollayalım” dedi “bu üç sigarayı da içmeyim” “Valla bu mesaj ya da dua işi değil. Bir kez bırakmışsınız yine bırakabilirsiniz” dedim. “Ama bırakmak istemiyorum” dedi.

O zaman “Sizi bu üç adet rahatsız ediyor mu?” “Etmiyor” “Peki mutlu ediyor mu?” “Çok ediyor.” “O zaman sizi mutlu ediyorsa bendenizce kendinizi kasmayın” dedim doğru mu söyledim bilmiyorum ama mutlu ediyorsa bir an bile, bedeli de çok ağır değilse neden olmasın? Kadın balık gibi yüzüyor, yürüyor ve bisiklete biniyor. Arada bir sigara içmişse ne olacak ki?

Koyu bir Yeşilaycı olduğum halde söylediklerime bakar mısınız? Neyse ki koyu olmak fanatiklik değil! Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım, hep birlikte ayrımsız, gayrımsız. Yase

& & & & &

Simit Tatili

Derin bir uykudayken bacaklarımın üşüdüğünü hissediyorum. Soba söneli çok olmuş anlaşılan. O kadar üşümüşüm ki bacaklarım sanki benden değiller. Sonra sımsıcak yorganın içine çekiyorum bacaklarımı, dizlerimi kıvrılıyorum minik bir kedi gibi yorganın içinde.

Gıcırdayarak kapı açılıyor birden, içimden dua ediyorum; İnşallah kapıyı açan annem değildir. Ama dünyanın en karşı koyulmaz sesiyle bir ses geliyor kulağıma “Hadi oğlum uyan, hadi canım benim, hadi kuzum, bak geç kalacaksın.” diye tekrarlanan kelimelerle beraber uyku daha da bir şiddetleniyor gözlerimde. Kendimden geçmek geliyor içimden, bu uyku ne tatlı bir şey böyle. “Anne! Ne olur biraz daha.” diye yalvarıyorum anneme. Ama çaresiz kalkmak zorundayım. Kalkarken sitem dolu homurtuyla, ağlamaklı bir sesle konuşuyorum “Ya! Zaten çok üşüdüydüm, daha ısınamadım bile, hemen kalk dedin yaa!” diye mızmızlanıyorum çocukça.

Yüzümü soğuk suyla yıkarken burnuma çıra kokusu geliyor ve titreye-titreye sobanın başına geliyorum. Soba daha ısınmamış ama o çıkardığı ses bile içimi ısıtıyor. Annem bir bardak çay bir dilim ekmeğe sürülmüş yağ ve birkaç zeytin getiriyor ve saate bakıp“hadi hemen ye de geç kalma, yoksa sıranın en arkasına kalırsın” diyor.

Burası kenar mahallede tek katlı, kireç boyalı, geçim derdi olan yüzlerce evden biriydi sadece ve o saatlerde uyuması gereken birçok minik beden uyandırılıyordu sabah ezanıyla beraber. Burada çocuklar belli bir yaşa geldiğinde simit satmak ya da boyacılık yapmak zorundaydı. Geçim derdi buralarda çok küçük yaşlarda vuruyordu insanları. Minik gözler sabah ezanında simit fırınlarında açılıyordu, satacakları simitleri almak için sıra beklerken uyuklayan çocuklar “simit çıktı” diye bir sesle irkiliyorlardı. Sonra çocukça sıra kavgaları yaşanıyordu. Ne zaman ki simit fırınının sahibi bağırarak“Boşaltın çabuk fırını! Ya da sıraya geçin” dediğinde o sıcak ortamdan dışarıya çıkma korkusuyla ortalığı bir sessizlik kaplıyor ve sıranın dışına itilmiş olan en küçük çocuk, gözleri dolu-dolu, dudakları bükülmüş bir şekilde, iç çekerek sıranın en sonuna doğru ilerliyordu.

Yirmi simit alana bir yemelik simit bedava, otuz simit alana iki yemelik simit bedavaydı. Ve simit tepsisini dolduran çocuklar, her gün sattıkları simitten hiç bıkmadan, ilk olarak, verilen bedava simidi iştahla ısırarak yiyor, yeni-yeni ağaran soğuk ve boş sokaklara doğru yürüyorlardı. Sonra ince sesleriyle bağırıyorlardı “simiiitcii!” diye.

Ben simitlerimi hep erkenden satardım, arkadaşlarda beni kıskanırlardı ve “yarısını kendin yiyorsun” diye dalga geçerlerdi benimle. Bazısı hemen koşup benim yanıma gelirdi, benimle dolaşırdı. Kendisine “yanımdan ayrıl” diye uyardığımda“Oğlum sokaklar senin mi? İstediğim yerde gezerim” derdi. Sonra birisi bana “simitçi” diye seslendiğinde benden önce hemen koşardı ve “buyur abi benim ki daha gevrek daha sıcak” diye reklam yapardı.

O koşunca ben utanır koşmazdım, çoğu kez de müşteri koşan arkadaşı tersler ve “ben ötekini çağırdım sen niye koştun” der ve yine simidi benden alırdı. Yine ben onlardan önce bitirirdim simitlerimi. Minik ayaklarımız basmadık kaldırım taşı bırakmazdı sabahın köründe. Saat en geç onda bitirirdim simitlerimi. O saate kadar iki tur yapar ve altmış simit satardım.

Bana da dört tane yemelik simit kalırdı. Birisini kendim yerdim; ikisini eve küçük kardeşime götürürdüm; birini ise, Yonca sokakta, mavi boyalı, yarı yıkık, tek katlı evde oturan, benden ufak bir çocuğa verirdim. Her gün camın önünde benim geçeceğim saati sabırsızlıkla beklerdi, ben gelirken yüzü güler ve ellerini birbirine vururdu. Camın kenarında tahta bir divanda yatardı, bazen ben geçerken o uyuyor olurdu, bende camı hafifçe tıklatırım ve yırtık kahverengi perde kıpırdadığında, simidi camın önüne bırakır geçerdim.

Bu çocuğun adı Yusuf’tu ve yürüyemiyordu, bana yanlış iğne vurmuşlar diye her seferinde dile getirirdi. Bende duymazdan gelirdim. Yusuf hem çok konuşuyor hem de camı açık tutup içeriyi soğutuyordu. Annesi birkaç dakika sonra zaten ona bağırıyordu “Yusuf kapat artık pencereyi, içeriyi soğuttun” diye.

Simitlerimi satıp, anaparamı bir cebime, karımı öteki cebime koyduktan sonra doğru evin yolunu tutardım. Ve her gün okul başlasa diye dua ederdim. Şubat tatillerini hiç sevmiyordum hava çok soğuk oluyordu, ben çok üşüyordum ve ben bütün tatilleri sevmiyordum. Okula gitmek tatil, tatil ise yorucu bir yüktü kenar mahallenin minik bedenlerine. İşte bu yüzden canım ne zaman simit çekse gözlerim etrafta minik bir simitçi arar…

Bulduğum simitçi çocuğa sorarım “Bu gün kaçta kalktın? Kaç simit sattın?” diye, sonra aldığım simidin değerinden fazla bir bedel öderim minik simitçiye. Çoğu kabul etmek istemez ama sonra tebessümle boyunlarını bükerler ve ceplerine parayı koyarlar.

O minik simitçiler birden gözümde dağ gibi büyüyüp adam oluveriyorlar karşımda. Çünkü ceplerine parayı koyarken “bereket versin abi” diyorlar. Ben de kendimi görüyorum çoğunda. Ve o fazla parayı kendime veriyorum aslında…

Günün Şiiri

Cinayet Gırnata’da İşlendi

Cinayet

Tüfekler arasında yürürken görüldü o,

Uzun bir sokaktan

Çıktı soğuk kıra,

Gün doğarken daha

Şafakta, yıldızların altında

Öldürdüler Federico’yu.

Cellâtların mangası

Bakamıyordu yüzüne.

Kapadılar hepsi gözlerini.

Dua ettiler: Tanrı bile kurtarmayacak seni!

Düşüp öldü Federico

– Alnında kan, kurşun barsaklarında. –

Cinayet Gırnata’da işlendi.

Biliyorsunuz, – zavallı Gırnata’da. –

Onun Gırnata’sında.

Ozan ve Ölüm

Ölümle baş başa yürürken görüldü o,

Korkmadan tırpanından.

– Gene de kuleden kuleye güneş

Çekiçler örste, örste, demirci ocaklarının örsünde.

Konuşuyordu Federico

Okşayarak, ölümle. Ölüm dinliyordu onu.

 

“Daha dün mısralarımda can yoldaşım,

Kuru avuçların şaklıyordu senin

Daha dün mısralarımda,

Daha dün kırağını verdin şarkıma

Ve ağlatı’ma gümüş tırpan keskinliğini,

Seni şakıyacağım, sende artık kalmayan eti,

Olmayan gözlerini,

Rüzgârın dağıttığı saçlarını şakıyacağım

O öpülen kırmızı dudaklarını…

Ölüm, güzel çingenem, ölümümsün dün de bugün de,

İçime çekerken Gırnata’nın havasını, Benim Gırnata’mın.”

 

Yürürken görüldüler onlar…

Bir mezar yontun bana dostlarım

Ozan için

Taştan ve düşten, -Elhamra’da,

Suyun ağladığı bir çeşme üstüne,

Sonsuza kadar desin o:

Cinayet Gırnata’da işlendi! Onun Gırnata’sında!

Antonio MACHADO

Düşümde Gördüm Ki

Düşümde gördüm ki alıp götürüyorsun beni

beyaz bir patika üzeri

yemyeşil kırlar ortasında

mavi tepelere

dingin bir sabah vakti.

Hissettim ellerini ellerimde,

senin dost elini,

ve kız çocuğu sesin çaldı kulaklarımda

yeni bir çan gibi,

baharın şafağından

bakire bir çan gibi.

Ordaydılar, sesin ve ellerin,

düşümde, nasıl da gerçektiler!…

Sen yaşa, ey umut: Kim der ki

toprak aldı sinesine seni.

Antonio MACHADO

Günün Fıkrası

Genç deve annesine sormuş: “Anne niye bizim ayaklarımız bu kadar büyük?” Anne cevap vermiş: “Çölde kuma batmamak için.” Genç deve tekrar sormuş: “Peki kirpiklerimiz niye bu kadar gür.” Anne tekrar cevap vermiş: “Çölde kum fırtınalarında kum kaçmasın diye.” Merakı yatışmamış olan genç deve bir soru daha sormuş: “Bizim niye hörgüçlerimiz var.” Anne deve sabırla yanıtlamış: “Çölde çok uzun süre susuz idare edebilmek için suyu hörgüçlerimizde depolarız.” Sonunda dayanamayan genç deve sormuş: “Peki biz Ankara Devlet Hayvanat Bahçesinde ne halt yiyoruz??”

Günün Sözü
Birinin izinden yürünürse, onu geçmek mümkün değildir!

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here