Mesele Kuyumcuyu Bulmak

0
85

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bu sabah yazdım çizdim. Çizdim, yazdım. Sildim. Yazdım. Yeniden sildim, yazdım sonunda sildim. Sustum, düşündüm ve düşündüm. Sonunda  birden aklıma bir zamanlar okuduğum daha sonra filmi çekilen “Ye İç Sev Dua et” Elizabet Gilbert ­­–adlı kitap geldi. Ne okuduğumda zevk almıştım, ne de filmini izlediğimde çok sevdiğim Julia Roberts’e rağmen. Şimdi onu hatırlamak zorunda kaldığım içinde çok zevkli değilim kuşkusuz. Bu yüzden en azından bir öykü ile düşünmeye devam edeyim dedim.

Sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım  her zaman. Ve söylemeden geçemiyorum. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayını bendenizde desteklemiyorum, müthiş donanımlı olabilir süper bir insanda, Sayın Kılıçdaroğlu “Tanıyınca fikirleriniz değişecek” diyor. Kuşkusuz değişebilir. Ama onu biz tanıyana kadar iş işten geçmiş olacak! Bu yüzden hemen hiç zaman kaybetmeden  başka bir aday üzerinde çalışırsalar çok iyi olur diye düşünüyorum yoksa klasik alışık olduğumuz tablo ile yine baş başa kalacağız. Sol partileri bir türlü anlaşmak için bir tek ortak nokta bulamaz ve atı alan Üsküdar’ı geçer gerçeği ile. Yase

& & & & &

Kuyumcu

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: “Oğlum” der, “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.”

Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği neneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu der, benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden bir on lira veririm.”

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. “Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?”  diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Öğrenci sorar: “Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Öğrenci, “Hayır veremem” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya  başlar: “Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini  istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır.

Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler…

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar: “Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?” Öğrenci: “Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa cevap verir: “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.”

Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır…

Şubat Güneşi

Oda beyaz  ve sade döşenmiş huzur dolu görünüyordu. Ahmet düş kırklığına uğramamıştı. O da böyle bir odada hayal edebilirdi Zeynep’i. Yatağının başucundaki komedin üzerinde duran suluboya resimdeki birbirine sarılmış iki çocuk onu gülümseyerek karşılamıştı. Yaklaşıp resme yakından bakmış resimdeki kız, yanındaki çocuğu sımsıkı sarmış gülümsüyordu. Kâkülleri gözlerine dek uzun, saçları atkuyruğu bağlanmış üzerinde karpuz kolu bebe yakalı mavi bir elbise olan ancak dört yaşında görünen kız, içten gülümsüyor, gözlerinden ışık saçıyordu. Sarıldığı erkek çocuk ondan büyük değildi aynı yaşta görünüyorlardı oda gözlerinden ışık yayıyordu. “Kız Zeynep olmalı” diye düşünürken arkasından Yusuf “Zeynep’in dört yaşındaki hali” dedi. “Çok değişmemiş değil mi?” “Yanındaki çocuk kim?” “Zeynep’i ilk düş kırklığına uğratan sevgili kuzeni. Amcasının oğlu. Birbirine bitişik evlerde oturuyorlardı. Çok acı  bir öyküleri var.” “Nasıl yani?” “Evet ya gerçekten acı. Aynı yaştaydılar, birbirlerine olağan üstü düşkünlerdi, ailede herkes bunu bilirdi. Ailece pikniğe gittikleri bir gün, iki çocuk gece hastalanmışlar, ikisinin de ateşi yükselmiş. Daha yaşları beş falanmış. Zeynep sabaha pür neşe uyanmış ama kuzeni ne yazık ki  onun kadar şanslı değildi. Gece geçirdiği havale sonucu çocuk ölmüş. Zeynep uyanır uyanmaz kuzeninin yanına koşmuş ama onu odasına almamışlar. Ortadaki olağan üstülükten bir şeylerin  olduğunu anlamış ama… Ölümün ne olduğunu ona nasıl anlatabilirlerdi ki?”

Ahmet kulak kesilmiş dinliyordu. “Kuzeninin cansız bedeninden onu zor koparmışlar. ‘Bırakmam gidemez’, diye çığlık atıyormuş. Sonunda  Abisi onu kucaklayıp almış oradan çok ağlamış, günlerce yememiş, içmemiş, uyumamış ancak daha sonra hiçbir şey  olmamış gibi hayatına devam etmiş. Unuttu sanmış herkes.” “Hadi ya parmak kadar çocuğun yaşadıklarına bak sen” diye Ahmet üzüntüyle mırıldandı. “Ama Zeynep aslında hiç unutmamış, bu resmi  gizlice yapmış, yastığının altında bulmuş annesi, ama haberi yokmuş gibi davranmış. Ancak Zeynep resmi nihayet bir gün kendiliğinden ortaya çıkarıp çerçeve yapmış ve başucuna koymuş, İstanbul’daki odasında bu resim duruyor. Bizim evdeki  odasında da. Hatta Can’ın evinde olduğu zamanlar da çantasındaydı kaç kez gördüm.” “Çok üzücü bir öykü” dedi Ahmet. “Demek Zeynep bu yüzden ‘herkes beni bırakır’ demişti.”

“Evet, gerçekten  üzücü, güzel bir resim ama değil mi?” “Evet çok güzel” “ Zeynep güzel resim yapar istediği zaman” demişti Yusuf “ama bak evde ondan başka resim yok.” Gerçekten evde resim yoktu duvarlar pürüzsüz ve çıplaktı.

Ahmet bu öyküden olağan üstü etkilenmiş üzülmüştü. Kalkıp salona giderken dalgındı. Kızın valizi açık duruyordu salonun  ortasında, daha boşaltılmamıştı, kitaplar yere  dağılmış, kuru çiçekler, minik kağıtlara yazılmış dörtlüklere, etrafa saçılmıştı. Ahmet uzanıp bir kağıt almış kargacık burgacık çiziktirilmiş yazıları okumaya çalışmıştı.

“Babanın mirasını mı istiyorsun? Bilgisini öğren. Onun parasını hemen harcayabilirsin. Sadi” diyordu elindeki kağıtta. Bir diğerine uzandı. “Ey özden habersiz gafil, sen hala kabukla öğünüyorsun! Mevlana.” Ahmet, birkaç taneyi hızlı, hızlı okumuş sonra kağıtları toplayıp kitapların arasına sıkıştırmıştı. Kendini kızın ardından iş yapıyormuş gibi algılamıştı.

Sonra  acele ile valizin  dışına taşan çamaşırları içeri iterek valizi kapatmış, “bunu alabiliriz herhalde” demişti. “evet, ihtiyacı olan eşyalar içindedir umarım” diye yanıt vermişti Yusuf. Mutfaktan, buzdolabını kontrol ederken tam o anda kapı hızlı hızlı çalınmaya başlamıştı. Ahmet’le Yusuf birbirlerine bakmış, Yusuf kapıyı açmıştı karşısında genç bir kadın duruyordu, omuzun da sırt çantası. Üzerinde boğazına dek iliklediği kalın yün ceket. “Anahtarı değiştirmişsiniz” diyerek Yusuf’u iterek içeri girmişti. Karşısında Ahmet duruyordu  “bana burada yalnız bir genç kız var demişlerdi? O gelmeden evi temizlemiştim. Haftada iki gün için anlaştık kapıyı açmayınca kuşkulandım”

Yusuf “sizinle kim anlaşma yapmıştı pardon?” diye hayretle sordu. “Evlerinde çalıştığım hanımın İstanbul’da yaşayan en yakın arkadaşının, yeğeni mi, kızı mı ne gelecekmiş, onu yalnız bırakmamak ve evini temizleyip yemek yapmak için anlaştık. Anahtarım vardı evi temizlemiş yemek yapmıştım, ama en son geldiğimde kimse yoktu. Bugün geldiğimde de anahtar değişmiş bu yüzden kapıyı çaldım.” Arkası Yarın

Günün Şiiri

Bir Kalp Ki 

Bir kalp ki onun sevmesi, aldanması yok.
Tutkunluğu yok, bir güzele yanması yok.
Bin kez yazık olsun sevisiz bir yüreğe,
Aşksız geçecek günlerin faydası yok
Ömer HAYYAM

Günlerin Çıkrığın

Bir dağ gölünün ılık yıldızlı
Sularında hırçınca seken taş
Sen daha özgürsün, daha yırtıcı
Bir sapanın rüzgarlı ucunda
Buğday saçlı köylü çocuğundan

Kuğuların gölde buğulu bakışları
Rüzgarını yadırgayan çiçeklerin çanı
Uyandırsın seni kahyadan önce
Sen ki üretici sevinci taşıyan
Ekin bereketi verdin yüreğinden
Kanla zulümle örülen güne

Ötede bir bulut pabuçlarını giysin
Düş onunla yayla bükümü patikalara
Geride bir evlik tarlan, karın
Başak saçlı onuruyla çocukların
Göğün eksilen mavisi altında

Ağarak saman dolu bir bulut
Çeksin ömrümüz yüklü arabayı
Günlerin çıkrığında gümüş sular
Kuyular, çaylar olsun ağlamaklı
Kıyısız barınaksız el kapılarında

Ahmet ADA

Günün Sözü

Bazen insanlar da ikiye ayrılır; Yanınızdakiler, Aklınızdakiler.

Marlynn Longston

Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.

Hacı Bektaşi Veli

Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşatan.

William Shakespeare

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here