Gerçek Nedir? (Anlamı Kavramak!)

0
189

“Dünyayı anlamak yetmez, sorun onu değiştirmektir” müttefikinde söyleştiğim öğretmen arkadaşlarımdan Kerim Bey, “Hatip ne anlatırsa anlatsın; gerçek muhatabının anladığı kadardır” demişti bir sohbetimizde.. Bu söze bir itirazım yoktu! Ve fakat muhatabın anladığı cüz kadarının, hatibin anlatmak istediği ecza tümlüğünü değiştirebilme ihtimali nedeniyle, “gerçek budur” şeklinde i’tîlâf-ı anlayış dayatmalarına karşı itirazım vardı.. O gün, Kerim Bey’e itirazımın gerekçesini özetlemiş, bu özeti tuzlu sularda yazacağımı söylemiş ve anti parantez ismini zikretme iznini de almıştım..

H.Georg Gadamer, “Hakikat Nedir” adlı incelemesine, Roma Valisi Pilatus’un, iki bin yıl önce Hz. İsa’ya sorduğu “Gerçek nedir?” sorusuyla başlıyor ve yanıtını (cereyan ettiği tarihsel durumun anlamı içinde kendiliğinden anlaşılan) şeklinde paranteze alıyordu..

Tarihsel gerçekler her ne kadar cereyan ettiği tarihsel durumun anlamı içinde anlaşılsa da, George Orvell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanında, “Geçmişteki olayların nesnel gerçekliğinin olmadığını” kurguluyordu.. “Gerçeğin, yalnızca yazılı kayıtlarda ve insan belleğinde yaşayabileceği kabul edilir” diyor ve bu kabulden hareketle gerçeği tanımlıyordu: “Geçmiş kayıtlar ve insan belleği nede birleşiyorsa, gerçek odur. (s.187,  Çev. Nuran Akgören, Can Y.) George Orvell, bilim ve teknolojinin her şeyi kontrol altına aldığı bir gelecek dünyası tasarımını; “Büyük Birader’in Gözü Sende!” şeklinde bir cümle ile daha ilk sayfalarda resimliyor ve özetle; insan belleğinin ve geçmişin kayıtlarını tutan gücün, “geçmişin gerçeklerini değiştirilebileceğini” kurguluyordu söz konusu kitabında..

Orvell’in bu felsefi kurgusundan ilhamla çekilmiş; yaşanmış gerçek bir olayı gerçekleşmemiş hale getirebilmek için, gelecek zamandan geçmişe yapılan gerçeküstü bir yolculuğu konu alan bir  film izlemiştim.. Yaşanmamış tarihten gelerek yahut giderek, yaşanmış tarihi değiştirebilmek fantezisi üzerine kurgulanmış filmde, sanal bir gerçeklik aleminde geçen olaylarda, geçmiş, şimdi ve gelecek iç içeydi.. Zaman mekan kaosunda gelecekten gelen filmin kahramanı, geçmişte yaşayan rol arkadaşının “Gerçek nedir?” sorusunu ise hiç duraksamaksızın yanıtlıyordu: “Neye inanıyorsan gerçek odur..”

Sanal ortamlarda (sosyal realitesi bireylerin sanallığından  menkul internet alemi de dahil) “neye inanıyorsan gerçek odur” denilebilirdi belki.. Fakat gerçek ortamlarda; gerçeğe inanmak başkaydı, inandığını gerçek yapmak ise daha başka.. Kaldı ki, sinemalarda canlandırılan, romanlarda anlatılan olaylar, gerçekte birer kurguydu.. Ya, tarih ve hayat ve anlam ve gerçek? Bu kavramlar da acaba birer kurgu muydu? Gerçeğe inanarak, inandığı gerçekle yaşayan Hz. Ömer; “İnsan inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar” sözüyle, aslında konuyu bir cümlede özetliyordu.. “Gerçek Nedir” sorununa cevap arayan Gadamer ise, Jaspers’in iletişim felsefesinden; “Hatip aynı zamanda muhatap olmakta ve kendi sen’inin sen’i olduğu için, sen’e bir ben olarak cevap vermektedir” yargısını alıntılıyor ve ekliyordu: “Bilimin anonim, genel ve zorlayıcı hakikat kavramına muhalefet etmek için varoluş felsefesinin hakikat kavramını ele almak yeterli değildir.”  (s. 23, Hakikat Nedir, Çev. Medine Beyaztaş, Efkar Y.) Hakikat da dahil, ele aldığımız kavramlar, zihnimize kopyaladığımız resimlerin isimleri olduğundan, gerçek dünyada değil, düşüncelerimizdeydi.. Gerçek dünyada “tanıklıkla kanıtlanan olay, nesne, varlık” tanımlı olgular vardı.. Dolayısıyla kavramlar, tanımlanmış olguların kayıtlanmış verileri anlamında zihinlerimizdeki resimlere verdiğimiz isimlerdi.. Paul Foulkuıe, Pedagoji Sözlüğü’nde kavramın anlamını; “somut dünyadan soyutlama yoluyla elde edilen zihni tasavvur” şeklinde tanımlıyor ve eş anlamlı olarak fikir sözcüğünü veriyordu.. Devamında Lavelle’nin; “Bütün zihni hayat, kavramdan gerçek’e, gerçekten kavram’a gidip gelen çift yönlü bir hareketten ibarettir. Öyle ki, bu iki uçtan biri sürekli olarak diğerini aydınlatırken, öteki de onu besler” düşüncesini de tanıma ekliyordu.. (s. 271, Sosyal Y. 1994 İst.)

Anlamak denilince ben, yaşadığımız “an”  taneciğinin, an öncesi geçmişle bağlantısını, an sonrası gelecekle ilişkilendirerek zamanın tümlüğüne genelleyip yerleştirebilmeyi anlıyordum.. Geçmişle  bağlantılı ve gelecekle ilişkili bu genelleme olgusunu da “anlam” olarak tanımlıyordum..  Anlamı kavramak için de gerçeği yaşamak gerektiğine gönülden inanıyordum.. Hz. Ömer’in “inandığın gibi yaşamıyorsan, yaşadığın gibi inanırsın!” sözüne de bu bağlamda gönülden bağlıydım..

Söze gönülden bağlı olmayı duasal bir yaşama cüzi şekilde de olsa inanmak anlamında anlamak da mümkündü.. Ve fakat ben, Konfüçyüs’un, “Benim duam yaşamımdır” sözünün ecza tümlüğünde, duanın yalnız söylem değil aynı anda eylemsel bir yaşam hali olduğuna da gönülden inanıyordum..

Sevgili öğretmen arkadaşım Kerim Bey’i sevgiyle selamlarken,  Marks’ın; “Dünyayı anlamak yetmez, sorun onu değiştirmektir” diyalektiğiyle  sentezlediğim “benim duam yaşamımdır” sözünü; “gerçek budur” anlayış dayatmalarına itirazımın gerekçesi anlamında; (değiştirmek ve fakat cereyan ettiği tarihsel durumun anlamı içinde kendiliğinden anlaşılan geçmişin kanıtlarını değil geleceğin kayıtlarını) şeklinde paranteze alıyorum..

Selam ve saygılar…

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here