Yılmaz Güney’in Anısına: Lal!

0
281

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dün  gece sinemaya gittik arkadaşlarla. Mahallemizdeki sinemalar kapandığından beri sinemaya gitmek bendeniz için sıkıntı oldu. Çünkü  AVM’lerde ne alışveriş yapmak, ne sergi açmak  ne de sinemaya gitmek  isterim. Yalnız İskenderun’da değil her yerde bu böyle. Sinemaya gitmek bendeniz için vazgeçilmez bir şey olduğu halde AVM’de izlemek düşüncesi sıkıntı veriyorken yinede mecbur kaldığımda gidiyorum. Ve dün bu sıkıntıyla sinemadaydık. Arkadaşlar da biliyor bu düşüncemi bu yüzden kimse çıkışta, alışveriş yapalım ya da acıktık şurada bir şeyler yiyelim demez. Ve içinde dolaşmamak içinde arabamızı son kattaki otoparka bırakıyoruz sonrada hemen yine oradan binip gidiyoruz. Tek kişilik değil benimkisi biliyorum yalnız olmadığımı.

Yöresel bir film, izlediğimiz “LAL..” Semir Aslanyürek yapımcısı, senaristi. Semir Aslanyürek aslında Antakyalı yani  yöremizden yaptığı filmlerde yöremizden, arkadaşım Antakya’nın  Defne ilçesinden film boyunca geçip gittiği yerlerde ve mekanlarda algıladı kendini bizde belgesel gibi görsel bir şölen izledik. Ve Hatay’ın doğasına aşık olduk tek kelime ile. Filmin içeriğine gelince… 1970’lerin Hatay’ında iki yakın arkadaş olan Süleyman (babası Almanya’da çalışmaya gidiyor ama geri dönmüyor, parada yollamıyor annesi ve dedesi ile birlikte sıkıntılı bir yaşam sürerken her zaman acımasız olan sokak çocuklarının da alay etme konusu  oluyor.  Süleyman  aynı zamanda konuşma engelli) ve en yakın arkadaşı dayanağı Cemal. İki çocuk hayran oldukları Yılmaz Güney’i görmek  ve resim çekmek için   Adana’ya  doğru yola çıkarlar.

lal afişi

Ve doğa belgeseli o zaman girer devreye, değişik insanlar ve değişik olaylara tanıklık ederek yaya  olarak  yol  alırken  nefis yerlerden geçerler aç kalırlar, dayak yerler, olağan üstü yardım görürler ve sonunda  hayatın acımasız yönü ile tanışırlar. Neşeyle güle eğlene izlediğimiz film bizi de hayatın başka yüzü ve hiç değişmeyen  yüzü ile tekrar karşı karşıya getirdi. Bendeniz   filmin sonunu beğenmedim ve filmin içeriğine uygun bulmadım. Bütün gece düşündüm. Senarist öyküyü iki çocuğun rüyası gibi işleseydi ve çocuklar Yılmaz Güney’i şahsen görseydi. Filmini izleseydiler, Süleyman’ın dili nihayet açılsaydı bu heyecanla ve sonunda evlerinde uyansaydılar. Ve onları aşağılayan arkadaşlarına gerçekmiş gibi anlatsaydılar. Daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Sinemadan çıkan insanların yüzü de aydınlık olurdu.  Gerçek her zaman acımasız olmak zorunda değil ki? Ancak tavsiye ediyorum gidin izleyin kuşkusuz beğeneceksiniz özelikle Hataylıyım diyenler kendilerinden çok şey bulacak bu filmde…

Semir Aslanyürek’in senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği yapımda, iki genci Ata Murat Kalkan ve Erdal Sarı canlandırırken, onlara kadroda Erkan Can, Gürkan Uygun, Emre Altuğ ve Asiye Dinçsoy gibi deneyimli isimler eşlik etmiş.

Ve şimdi Semir Aslanyürek hakkında ufak bir bilgi vermek istiyorum. 1956 yılında Antakya’da dünyaya gelen Semir Aslanyürek, eğitimini Suriye ve SSCB’de gördü. Suriye’de tıp ve güzel sanatlar eğitimi aldı. Ardından SSCB’ye geçip yedi yıl sinema eğitimi aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra 1986’da Türkiye’ye döndü. Kısa bir tutukluluk dönemi geçirdi. İlk filmi Vagon’la Altın Koza yarışmasına katıldı. Filmin kurgusunun karmaşıklığı dikkat çekiciydi. Film, kendisinin de kabul ettiği üzere Rus sinemasına daha yakındı. Ardından yıllar sonra, bir nevi kendi biyografisi olan ve 27 Mayıs Darbesi dönemini anlattığı filmi Şelale’yi çekti. Eve Giden Yol filmini 2006 yılında tamamladı. 2009’un Haziran ayında Hatay’da Yedi Avlu isimli yeni filminin çekimleri tamamlanmıştır. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım hep birlikte. Yase

& & & & &

Zihnin Efendisi

Bilge ve öğrencisi okyanus kıyısında geziyorlardı. Soğuk bir gündü ve rüzgar okyanusta kocaman dalgalar oluşturuyordu. Bir süre yürüdükten sonra bilge durdu ve öğrencisine sordu: “Bu büyük dalgalar sana neyi hatırlatıyor?” “Zihnimi hatırlatıyor” dedi öğrenci “ve durup dinlenmeden yol alan düşüncelerimi!” “Evet, fırtınalı okyanus zihnin, dalgalar da düşüncelerindir. Zihnin su gibi durudur, ne iyidir ne de kötü. Rüzgar ise dalgalara sebep olur; tıpkı arzu ve korkularının düşünceleri üretmesi gibi…” diye devam etti bilge. Öğrenci söz aldı: “Böyle bir okyanusun ortasında sallanan bir sandal içinde olmak istemezdim doğrusu.” Bilge: “Oysa sen daima oradasın. Diğer tüm insanlar da… Ancak birçok kişi bunu fark etmez. İnsanların zihni dalgalı deniz gibidir. Düşünceler durmaksızın sallanarak sarsarlar bizi, tıpkı dalgalar gibi… Okyanusu dinginliğe kavuşturmanın yolu ise hareket etmesini önlemek değildir. Rüzgarı görmezden gelemezsin. Yapman gereken, rüzgarı durdurmaktır. Rüzgar da arzu ve korkularındır. Onların hayatını yönetmesine izin verme. Dikkatini kontrol etmeyi öğrenirsen, arzu ve korkularını da kontrol edersin, yani okyanusu darmaduman eden dalgaları durdurursun. Böylece zihninin okyanusu sakinlik ve dinginliğe kavuşur. Zihninin efendisi olduğundaysa, her şeyin efendisi olabilirsin!”

Şubat Güneşi

“Ve şu an burada oturup kestane patlatmayı beklerken tesadüf mü karşılaşmamız, yoksa bir nedeni var mı?” diye konuşur olmazdık. “Peki, doğanın bizi karşılaştırmakta ki amacı nedir?” “Bilmiyorum, gerçekten amacı nedir? Belki onu ilerde anlayacağız.” “Evet belki ilerde…” “Birbirimizin derdine deva olmak için olabilir belki? Baksana sen geldikten sonra ben kendimi çok iyi algılamaya başladım.” “Neden olmasın bende aynı şeyleri hissediyorum. Ama yalnız bunun için değil herhalde doğanın bunca zahmeti. Of ya çok daldık kestaneler nerede kaldı benim uykum geldi bile.” “A gerçekten sen unutturdun kestaneleri, şimdi alıp geleyim başka bir şey ister misin?” “Çok teşekkür ederim Ahmetçim bir şey istemiyorum.”

Ahmet kestanelerle geri geldiğinde Zeynep ayaklarını altına almış, başını koltuğa dayamış gözlerini de kapatmıştı. Ahmet  “uyudun mu? Ama oyunbozanlık yapmak yok” diyerek üzerine eğildi. Kız hemen gözlerini açtı, “Uyumadım” dedi. “Kestaneleri bu kez kaçırmayacağım.” “İyi öyle ise yanıma gel. Şöminenin önüne oturup kestaneleri birlikte patlatalım” diyerek Ahmet yere bir minder çekip üzerine oturdu. Izgaranın üzerine kestaneleri dizerken Zeynep Ahmet’in yanına oturmak için kalkmışken “Aa ben çay getireyim kestaneyle iyi olur” diyerek mutfağa gitti. Elinde çay tepsisi ile döndü dikkatle tepsiyi yere bıraktı. Sonra aynı dikkatle Ahmet’in yanına oturdu. “Çay ister misin Ahmetçim” dedi. “Evet lütfen ama sen dur çayı ben koyarım.” “Teşekkür ederim gerçekten Ahmet çok iyisin” “Allah, Allah ne oldu ki şimdi?”

“Sen beni çok iyi anlıyorsun, çayı öyle yerde otururken bardaklara boşaltmayacağımı da anladın.” “Canım benim bunu hiç düşünmedim bile” diyerek ızgaradan maşa yardımı ile kestaneleri alıp tepsiye bıraktı. Sonra çayları da bardaklara boşalttı. Salon ısınmış nefis kestane kokusu sarmıştı etrafı. Sıcak, sarıp sarmalayan bir hava dolmuştu salona. Zeynep aldığı ateş düşürücü hapın ve sarıp sarmalayan sıcak havanın etkisi ile kendinden geçmek üzere olduğu halde direniyordu. Çünkü Ahmet’i üzmek istemiyordu. Ahmet soyduğu kestaneleri kızın önüne koydu “Hadi prenses soğutmadan ye” dedi. Izgaradaki son kestaneyi de çıkarıp tepsiye koyduktan sonra çaylarını içmeye başladılar. Zeynep birkaç kestaneyi sıcak, sıcak yedikten sonra. “Hiç bu kadar yememiştim dedi eline sağlık.”

“Afiyet olsun canım bende hiç bu kadar mutlu olmamıştım kestane yerken” dedi. “A neden ki ?” Ahmet Oya ile son olarak Eminönü’nde kestaneciden aldığı kestaneleri yerken nasıl boğazına dizildiklerini anımsamıştı. “Boş ver şimdi” dedi. “Sen iyi misin?” “İyiyim tabi ya sen?” “Sen yanımda olduktan sonra…” “O bu ne güzel bir iltifat” “Hayır, iltifat değil gerçek. Seninle kendimi çok iyi hissediyorum bütün çokbilmişliğine rağmen.” “Teşekkür ederim” dedi Zeynep büyük bir ciddiyetle ancak artık dayanacak gücü kalmamıştı. Gözleri kapanıyordu. Başını Ahmet’in dizine koydu, bacaklarını karnına doğru çekti ve hemen uykuya daldı. Uzanması ile birlikte uyuması bir oldu. Ahmet dizlerinde yatan kızın bir taraftan saçlarını alnını okşuyor bir taraftan düşünüyordu. Arkası Yarın

Günün Sözü

Gürzü kendine vur. Benliğini, varlığımı kır gitsin. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer.

Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.

Mevlana

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here