Sokağımız Ve…

0
47

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Sokağımız curcuna” dedim geçen günkü yazımda. Sağ olsunlar ikiletmediler geldiler sabahtan, bir iki dokunuş yaptılar. Sigaralarını zevkle içlerine çektiler falan. İşçiler onlara çay su ikram eden mahalle muhtarımıza “Allah senden razı olsun seni başımızdan eksik etmesin” dediler. Bizim kaldırmaların üzerindeki yıkıntılar temizlendi falan. İyi güzel ama çıkmaz sokağımız var birde. Oradaki gider. Kelepçeli tuğlalardın üzerine atılan kumdan kapanmış baya büyük bir tabaka oluşmuş mahalle sakinleri işçilere “lütfen burayı açın” dediler.

Gördüm kumu azıcık çekmişler minik bir delik görünüyor. En ufak bir yağmurda kum yeniden akıp orayı kapatacak ve yine çamur deryası her taraf olacak. Düşünüyorum da acaba bir işi tam ve yerinde olması gerektiği gibi yapmak neden bu kadar zor geliyor bu işle uğraşanlara acaba? Tabi yapmaları gerekenlerin yarısını bile yapmış oldukları için teşekkür ediyorum ama bu iş için para alıyorlar ve iş sorumluluğu diye bir şey var. Bunun bilincini yerleştirmek gerek diye düşünüyorum. Ve bu işi yaptıranlar yani seçilmişler bizden destek aldılar oy aldılar “hizmet için varız” dediler bizde onlara “buyurun” dedik. Tabii ki hayalci değiliz, düş kurmuyoruz, sihirli değneklere falanda inanmıyoruz ama olması gerekenlerin olabileceğini biliyoruz. Azıcık bir dikkat ve işçilerin denetimi ile. Almanlar da güzel bir söz vardır; “Düzen hayatın yarısıdır” derler. Kendi hesabıma düzenli biri değilim ama bu söze inanıyorum.

Ve düzenli olduğumda işimin çok çabuk bittiğini ve istediğim gibi olduğunu görüyorum. Ve düzensizliğim yalnızca kendime ama bir sorumluluk aldığımda işler değişir ve Almanlardan  daha düzenli olurum. Çünkü düzensiz olma lüksüm yok kamu yararı söz konusu olunca… Düzensizliğin psikolojisini kendimden bildiğim için. Düzensiz ve baştan savmacıları da iyi biliyorum. Ve ne yazık ki özenli bulmuyorum bu son asfaltlama işlerini ara sokaklardaki çalışmaları. Haksızlık yapmaktan çok korkarım bu yüzden gördüğümden başkasını yazmıyorum hatta gördüğümün yarısını yazıyorum. Ve bu günlerde gözüm geçtiğim yerlerde yine, sürekli rögarları izliyorum. Örneğin okulun kütüphaneye çıkan ana caddesinde tam ortada en az beş  tane rögar var. “Bizim bir tanemiz olsun ve gerekli işi yapsın yeter” diyorum beş tane ya da on tane bir iş yapmıyorsa bir tane iş yapana can kurban canım!

Ve her şeye rağmen sokağımıza gelip en azından kaldırımların üzerindeki çer çöpü yıkıntı artıklarını topladılar ya ve yeni bir rögar açtılar ana ara sokağın birleşme noktasına asfalt döküp yükselttiler ya ona da çok teşekkürler. Ve lütfen işlerinde “gibi” olmasınlar diyorum.

& & & & &

Kedi, Köpek

Bu günlerde sahil ve sokaklar tıkış, tıkış güneşlenmek isteyenler tarafından istila edilmiş. Kediler köpekler ve sahipleri de sahilde. Ve bu sevimli dost yaratıkların pislikleri de kaldırmalar da. Yürüyüş yapıyorsanız kesinlikle yere bakmak zorundasınız, ayağınız her an bir şeylere takılabilir çünkü. Hayvanlarına bu kadar değer veren insanların, diğer insanlarda saygılı olması gerekmiyor mu? Hayvanlarının pisliğini toplama gibi bir sorumlukları yok mu? Soruyorum hem onlara hem de belediye temizlik işlerine bakanlara ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım diyorum sevgili okuyucularım. Yase

Şubat Güneşi

Aslında kokuları tümden yitmiş değildi hala eskisi gibi korkuyor içi titriyor kalbi çarpıyordu ama onları denetleyebiliyordu. Bu da özgüvenini artırıyordu. Hem korkuları ile yaşıyor hem de onları görmezden gelebiliyordu.   Ancak abisin hastalığını duyduğunda korkunun ne demek olduğunu o zaman anlamıştı.

Askerlik dönüşü yalnızca bir haftalık zaman içinde grip gibi başlayan hastalık bir gece yarısı kalp krizi olup saniyeler süren bir zamanda genç bir insanı sevdiklerinden kopartıp almıştı. Zeynep o gece ömrünün en acılı ne korkunç gecesini yaşamıştı. Çok üşümüştü çok. O yaz sıcağında. Ölümle ikinci defa yüz yüze geliyordu. Birincisi çok sevdiği kekliğinin aniden ölmesi idi. Daha sekiz yaşındaydı. İki katlı arkada kocaman bahçesi olan eski ama çok güzel bir evde yaşıyorlardı. Bahçelerinde kedileri köpekleri ve kuşları vardı meyve ağaçlarının ve çiçeklerin dışında. Zeynep kendini bildiğinden beri keklikleri onlarla birlikteydi ailenin bir ferdi gibi, günün büyük bölümünü kafesinin dışında geçirdi. Kızdığı zaman çok kötü ısırdı. Boynunda algıladığı  en ufak bir dokunuştan bile huylanır ve ısırırdı, yabancı çocuklar ve kediler ondan korkardı canı istediği zaman da  çok güzel şakırdı. Sesi karşı evlerden duyulurdu. Gece kafesine girer erkenden uyurdu. O gece Zeynep kafese baktığında onu bir garip bulmuştu. Hemen abisini çağırmıştı abisi kafesi açıp kekliğe dokunduğunda onun çoktan ölmüş ve iyice katılaşmış olduğunu görmüştü. Zeynep merakla bakıyordu. Ne olmuş diye yavaşça sormuştu “hasta mı?” “Hayır ölmüş.” “Ne ölmüş mü olamaz.” “Evet Zeynep’cim ne yazık ki ölmüş.” “Ama neden?” “Zamanı gelince canlılar ölür sevgili kardeşçiğim. Bu değişmez bir kural.” “Hayır, lütfen ölmesin ölmesini istemiyorum.”

Abisi kardeşinin önünde eğilip elinden tutmuş gözlerine bakmıştı “Canım lütfen üzülme.” “Sana başka bir keklik alırım.” “Hayır, başkasını istemem” ağlamamak için kendini güç tutuyordu. Ağlamayacaktı. “Şimdi ne yapacağız” diye umutsuzca sormuştu abisine.

“Bahçeye gömeceğiz küçüğüm bana yardım etmek ister misin?” Sadece başını sallamakla yetinmişti. Kocaman bir ay vardı gökyüzünde onları izleyen. Tam bahçeye bir kuyucuk kazarken tam tepelerine dikilip yollarını aydınlatmıştı. İki çocuk sonunda kekliği toprağa verip mezarını bahçeden kopardıkları çeklerle donatmışlardı. Zeynep dua etmişti içinden ama yinede öldüğüne inanmıyordu biraz sonra mezardan şakıyarak çıkacaktı buna inanıyordu.

Herkes uyuduktan sonra bir umutla kalmış kekliğin mezarını açmış kuşu çıkarmıştı ancak kuş donmuş kumlanmıştı. Zeynep onun bir daha canlanamayacağını o an anlamıştı. Kekliği yerine koyup koşarak odasına gidip kendini yatağına yüzükoyun atmış boğulurcasına ağlamıştı. Sonrada hiçbir zaman kekliği olmamış gibi ondan hiç söz etmedi. Ne adını andı ne düşündü ne ağladı. Ölümü sildi süpürdü aklından. Bütün dikkatini tavuklarına ve onun civcivlerine yöneltmişti. Arkası Yarın

Günün Şiiri

Soyunsun Gözlerimin Cilası

Soyunsun gözlerimin cilasında
İçersinden aydınlanmış tarlalar
Soyunsun beyazlığı içlerinden gelen evler
Soyunsun utancını arzular
Yıkansın gözlerim yıkansın! ..

Soyunsun gözlerimin cilasında
Gelmiş, gelecek bütün kızlar,
Soyunsun hafızanın insan gözü değmemiş yerinde
Sineler, buseler, arzular
Ve bütün bir ömür
Lahzada harcansın
Yıkansın gözlerim yıkansın! ..

Dağlar’da Ağlar
Sıra sıra dağlar.
Uzanmış…
Bulutların altında. sessizce ağlar…
Belli ki. bugün
Bu görkemli sarayda
Matem var…

Şimşekler çakıyor.!
Bulutlar çığlık çığlığa…

Her can sinmiş bir köşeye.
Halleri, korku dolu gözleri
Yürek dağlar…

Hani nerde…?
Geceye hayat veren
Yıldızlar…

Her gece yaşanan
Şatafat ihtişam,
Görkem’de
Nerde..?

Yoksa! boşuna…

Matem marşı çalmaz,
Gece yağan yağmurlar…

Melih BAKİ

Günün Fıkrası

Merkez

Bir gün köyün gençleri Hocayı sınavdan geçirmeye karar vermişler. Köyün alanında toplanıp Hoca’nın yolunu beklemişler. Biraz sonra Hoca çıkmış karşılarına. İçlerinden bilgi bakımından kendine güvenen biri: “Hocam sana bir soru soracağım. Bakalım bilecek misin?”

Hoca da sor bakalım demiş. Delikanlı sormuş; “Dünyanın merkezi neresidir?” Hoca anında yanıtlamış; “Ayağımın bastığı yerin altındadır.” Çocuklar ne diyeceklerini bilemeden dağılmışlar.

Ve aslında  hepimiz ayağımızın bastığı yeri merkez  bellemiş değil miyiz?  Bu kadar kayıtsızlığımız ve umursamazlığımız bundan kaynaklanmıyor mu?

Günün Sözü

Varacağın yeri bilmiyorsan vardığın yerlerin hiçbir önemi yok.

Altınları zamanla biriktirerek satın alabilirsiniz. Ancak zamanla biriktirdiğiniz altınları vererek geçen zamanı asla satın alamazsınız.

Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip tek başına kal, daha iyi.

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here