Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Havalar tehlikeli bu günlerde, zaten yollar yaralı bereli hava kurak mı kurak, toz duman her an her yerde, evde, işte, sokakta, her solukta, o yetmez millet kötü kömürü yakmaya başladı, her yer duman altı… O da yetmedi bizim sokaktaki çöpler -yeni, moda mı bu?- yakılıyor, kokudan dumandan geçilmiyor. Gel de hasta olma. Grip kapıdan içeri girdi bile. Bronşit, mide barsak sorunları da!
‘Aman dikkat!’ diyeceğim ama bazı şeyler dikkatle olmuyor işte. Yani tablo apaçık önümüzde bunun üzerine güneşin azizliği de eklenince… Güneş yakıyor ister istemez çağrısına uyuyoruz ceketleri fırlatıyoruz üzerimizden, gölgeye gelince de üşüdüğümüzü algılayana dek şifayı kapmış oluyoruz; birde bağışıklık sistemimizi zayıflatmışsak oh ne mutlu mikroplara, bakterilere, virüslere. Hemen sahneye fırlıyorlar. Alkış beklemeden!
Dünya savaş belasına bulaşmış, dolar almış başını gitmiş, ekonomi yerle bir olmuş, açılan iş mekânları üç ayda kapanmak zorunda kalmış, herkeste bir huzursuzluk, bir umutsuzluk, bir yoksulluk hüküm sürerken. Bazılarının yaşadığı zenginlik ve ihtişamın, sahneye fırlayan bakterilerin mikrop, virüs tekmil hastalık yapıcıların ekmeğine yağ bal sürdüğünü düşünüyorum doğrusu. En az onlar kadar zarar veriyor zavallı bünyemize. Oysa gerçek zenginliği, parada pulda değerlendirmediğim için bu korkunç ayrımcılık bence korkunç bir yoksulluğun dışa vurmuş hali bendenizce. Bu yüzden ona düşmanlık yapamam. Ama bu yoksulluk beni kronik hasta ediyor ona da bir şey yapmıyorum!
Senin sorunun mu diyorsunuz? Haklısınız. Ama keşke hepimizi sorunu olsaydı. Belki o zaman taşa toprağa dökülecek paralarla insana yatırım yapılabilirdi? İnsan, insanca yaşardı ve belki şimdi uğraşmakta olduğumuz birçok bela ile uğraşmıyor olurduk. Ama tabi yine bendeniz düşler âlemindeyim yoksa -yok- böyle bir dünya gerçekte kardeşim uyan artık!
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım herkesin ama herkesin her canlının taşın, toprağın, çiçeğin, böceğin bile sevgi dolu güzel sözlere gereksinimi var. Yaşam enerjisini bulabilmek için. Hepimiz bunu isteriz, isteriz de ondan bütün gücümüzle kaçarız, sanki öcüymüş gibi. Ve isteriz ki güzel sözler sevgi, saygı bize olsun ama biz istediğimiz şeyleri öfkeyle, kızgınlık ve kabalıkla karşılayalım ve kendimizi haklı bulalım. Yine “var?” mı böyle dünya diye soruyorum?
Ve diyorum ki sorun kendimizde, yeterince sevmiyoruz ya da sevmeyi bilmiyoruz, güzel sözler söylemeyi de… Ve haldur- huldur yaşamayı alışkanlık haline getirmişiz ön yargılarda cabası. Ve biz bilmesek çocuklarımız nasıl bilecek? Bir evde “canım” sözcüğünü duymayan bir çocuk onu arkadaşına söyleyebilir mi? Ve sevgisiz bir nesil yetişiyor gibi korkuyla tedirginlikle izlediğim kadarı ile.
Eminim sevgili arkadaşlarım kendilerini bir aşabilseler, kesinlikle sorunları olmadan sevgi ile geçecek yaşamları. Fakat onlar bunu alışkanlık yapmışlar birbirlerinden istemiyorlar, hayır, insan bir yabancıya da iyi işler diyebilir. Bunlar onu bile yapamadıkları için, bence bitmiş bir oyunun uzatmalarını yaşıyorlar ve ilerde yaşanması yanlış ilişkiler yaşayacakları kuşkusuz. Ancak bence, başka ilişkiler yaşasalar da canım demeyi, yine karşıya bırakırlarsa yine mutluluğu yakalayamayacaklardır.
Gelin sevgili arkadaşlar kendimize aynada bir bakalım ne istiyoruz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Bir irdeleyelim ve düşünelim ki biz yalnız değiliz. Bizim isteklerimiz varsa herkesinde isteği var. Özellikle birileri ile evlilik gibi bir sorumluluğa ve birlikteliğe girmişken yaşamı kendimize ve karşımızdakine zehir etmeyelim. Eğer gerçekten sevgisiz isek o zaman uzatmaları oynamayalım, sahtekârlık yapmayalım kendimize. Yolları ayıralım çocuklarımız mutsuz olacaklarına iki ayrı evde yaşasınlar.
Geçenlerde tam 30 yıllık bir yuva dağıldı. Çok yakınlarımdan biri yine… Çünkü sevgisizlik üzerine kurulmuştu bu yuva, yuva olamamıştı. Ve her iki taraf hep “mış“ları yaşayarak birbirlerini ölümüne hasta ettiler biri kanser biri şizofren oldu. Ve dün nihayet boşandılar. Fakat olan oldu artık.!!! Ayrılma yürekliliğini gösterebilmiş olsaydılar önceden bunlar olmayabilirdi?
Oysa dünya sevgi üzerine kuruludur, dinde, imanda, ilimde, bilimde, soluk alıp vermede sevgi olmadan olmaz…
Ah ya insan olmak çok zor valla… İnsanı anlamak ondan da zor… İpek böceği gibi kendi sarmalında kendini boğar insan, ayrımında da olmaz. Ve hain bir yazgıdır sanki sözü bağlayan, gözü kör eden sevgisizlik? Gelin hep birlikte “seni seviyorum” diyelim. Sevgimiz halka halka çoğalsın… Ancak böyle yaşanır bu dünyada, sevgiyle sağlıkla kalalım sevgili okuyucularım. Ayrımsız, gayrımsız, savaşsız. Yase
& & & & &
Üç Suâl ve Bir Cevap
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; “Sorun!” buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı: “Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım.”
Şems-i Tebrîzî hazretleri; “Öbür sorunu da sor!” buyurdu.
O; “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?” dedi.
Şems-i Tebrîzî; “Peki öbürünü de sor!” buyurdu.
O; “Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” dedi.
Şems-i Tebrîzî; “Ben de sâdece cevap verdim.” buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: “Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.”
O kimse şaşırarak; “Ağrıyor ama gösteremem.” dedi.
Şems-i Tebrîzî; “İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?” buyurdu.
Günün Şiiri
Dostluk
Dostlar ırmak gibidir
Kiminin suyu az, kiminin çok
Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca
Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya
İnsanlar vardır; üstü nilüferlerle kaplı,
Bulanık bir göl gibi…
Ne kadar uğraşsanız görünmez dibi.
Uzaktan görünüşü çekici, aldatıcı
İçine daldığınızda ne kadar yanıltıcı….
Ne zaman ne geleceğini bilemezsiniz;
Sokulmaktan korkarsınız, güvenemezsiniz!
İnsanlar vardır; derin bir okyanus…
İlk anda ürkütür, korkutur sizi.
Derinliklerinde saklıdır gizi,
Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız;
Yanında kendinizi içi boş sanırsınız.
İnsanlar vardır, coşkun bir akarsu…
Yaklaşmaya gelmez, alır sürükler.
Tutunacak yer göstermez beyaz köpükler!
Ne zaman nerede bırakacağı belli olmaz;
Bu tip insanla bir ömür dolmaz.
İnsanlar vardır; sakin akan bir dere…
İnsanı rahatlatır, huzur verir gönüllere.
Yanında olmak başlı başına bir mutluluk.
Sesinde, görüntüsünde tatlı bir durgunluk.
İnsanlar vardır; çeşit çeşit, tip tip.
Her biri başka bir karaktere sahip.
Görmeli, incelemeli, doğruyu bulmalı.
Her şeyden önemlisi insan, insan olmalı…
İnsanlar vardır; berrak, pırıl pırıl bir deniz.
Boşa gitmez ne kadar güvenseniz.
Dibini görürsünüz her şey meydanda.
Korkmadan dalarsınız, sizi sarar bir anda.
İçi dışı birdir çekinme ondan.
Her sözü içtendir, her davranışı candan…
Can YÜCEL
Günün Fıkrası
Anadan doğma kör iki kafadar aynı tabaktan sarma yiyorlar. Birisi sarmaları çift çift yeme diyor. Diğeri soruyor çift çift yediğimi nereden gördün deyince diğeri cevap verdi: “Ben öyle yapıyorum”
Günün Sözü
Sabrı olmayanlar ne kadar fakirdirler.
Shakespeare
Büyük İskender Diyojen’i, birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken görür ve ne yaptığını sorar. Diyojen, “Babanızın kemiklerini arıyorum, ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” der.
DYOJEN