Özeleştirinin Diyalektiği…

0
84

Eğitimden kültüre, siyasetten sanata hemen her konuda; “Ben konuşayım sen dinle” monologu içinde yoz nutuk çeken birileriyle (ki tuzlu sulardaki kendi görüntüm de dahil) ne zaman karşılaşsam, gelir dilimin ucuna “MFÖ” üçlüsünün o meşhur “Peki peki anladık” şarkısı..

Bireysel sesler nizamında, birlikte nefes alemiyle tümleyerek söylediklerini düşünürüm şarkılarını “Mazhar Fuat Özkan” üçlüsünün.. Tez anti tez sentez diyalektiğinin soru cevapla yeşeren sufi duyarlığını algılarım üçüz tekillikte.. Kendi kof sözlerinin bilimsel olduğundan dem vuran monologcular pek hazzetmez sufi duyarlıktan.. “Sofistike sözler bunlar” der burun kıvırırlar.. Rolünü oynadıkları tiyatroda senaryo yazarının ağızlarına vurduğu gem “sufleyle” karıştırırlar sufiliği.. Sufi duyarlığın içsel sesine karşı hoşnutsuzlukları,“suflöre” olan bilinçaltı tepkilerin dışa vurumudur aslında.. Soru cevapla yeşeren düşünce tartışmalarından uzak durmaları da bu nedenledir zaten.. Sufi duyarlık mahsulü Celalettin Rumi’nin, soru ve cevap üzerine verdiği; “Yağmurun yağması yere soru, toprağın yeşermesi göğe cevaptır” örneğinden habersizdirler mesela.. Öte yandan “Her şeyi en iyi sen bilirsin! Her şeyden sen anlarsın!”  gibi takdimlerden, alaysı da olsa “Sen neymişsin be abi!” gibi takdirlerden de hoşlanırlar..

Kendi bildiklerinin tek ve mutlak doğru olduğu hüsnü zannı ile nutuk çeken bu tür monologcular, hararetli nutuklarla tutuşturdukları anız yeri yoz düşüncelerin kesif dumanı içinde sürekli başkalarını eleştirir ve fakat kendi özeleştirilerini ise hiç yapmazlar.. Başkalarının eksiğini gediğini araştıran ve (kimin yok ki) bulan; söküğünü yırtığını dikmek için “iğneyi kendine batırmadan elinde çuvaldızla gezenler de bu tür monologculardan çıkar tabiatıyla..

Eskiden annelerimizin elinden düşmezdi iğne.. Giysilerimizin söküğünü diker, yıpranmış yerlerine yama yaparlardı.. Ne güzel nakışlar işlerdi iğne tutan “mübarek” elleriyle bir zamanlar annelerimiz.. Ah, şimdi o günlerden kalan, yüreğimize nakşolan iğneli sızılar hatırası.. Ve dilimizde kendi özeleştirimiz anlamında rahmet duaları elbette..

Çocuklarımızın bakışlarını geliştirme açısından, “münazaraların” eğitim etkinliklerinde önemli bir yeri olduğunu biliyoruz.. Bir konu üzerinde karşılıklı ve fakat monolog tarzında “nazarların” sunulmasına deniyor münazara.. Karşılıklı düşüncelerin “soru cevap nakışlı” diyalog tarzına ise münakaşa deniyordu eskiden.. Ah, annelerimizin ellerinde işledikleri nakışlardan bize kalanları “sufle” anlamında hatıra olarak saklarken; onların dillerinden bize kalan “nakış” köklü “münakaşa” kelimesini, üzerinde “sufi” bir münakaşa dahi yapmadan atmadık mı? Keza münazarayı da.. Bazı bakışlardan güya korunma amaçlı batıl olan “nazar boncuğunu” elimizden bırakmazken, dilimizden  kökü nazar (hakça bakış) olan münazara kelimesini de üzerinde bir münazara dahi yapmadan attık gitti.. Konu, her ne kadar dil zenginliğimizin yoksullaşması üzerine gelse de, niyetim; kendi düşüncelerimi de kapsayan bir özeleştiri yazısı kaleme almaktı.. Münakaşasız bir özeleştiri yapmak ise mümkün değildi.. Tartışma esnasında, muhatabımızı iğneleyerek düşüncelerimizi nakşetmek isteğimiz, münakaşa kelimesinin tabiatından geliyordu.. Fakat hatip olarak kendi sökülmeye başlayan düşüncelerimizi dikmek, yıpranmış fikirlerimize sağlam yamalar yapmak için iğneyi kendimize (bırakalım batırmayı) dokundurmaktan bile hiç hoşlanmıyorduk.. Eleştirdiğimiz  kişiye iğnelemelerimiz ise zaten bir çuvaldız etkisi yapmaktaydı.. Çuval; seyrek dokunmuş büyük torbaların adıydı, “duz” eki ise Farsça terzi anlamındaydı.. Münakaşa esnasında iğnelemelerimizin çuvaldız etkisi yapması; eleştirilerimizin muhatabımızda, sıkı dokunmamış seyrek örülü bir torba hissi uyandırmasından kaynaklanıyor olabilirdi.. Bizi bir başkasının çuval gibi görmesinden hoşlanmayız elbette.. Ve fakat her zaman kendisinin iyi işlenmiş bir dokuma olduğundan dem vuran monologcular da yok değil çevremizde..

Kendi dokumalarının ilmiklerinde hiç sökük olmayacağı hüsnü zannını, (hüsnü kuruntusu demek daha doğru olur aslında) herkesi seyrek dokunmuş çuval gibi görme suizannıyla birleştirip elinde çuvaldızla gezenler kimler? Açık nesnel düşüncelerin iletişimi üzerine kurulmuş münazara ve münakaşa ortamlarında, gizli öznel duyguların etkisiyle her şeye sürekli muhalefet edenler.. Bu tür kişiler, muhatabının sökülen, yırtılan gömleğini dikmek için değil, göğsüne dürtmek için almıyorlar mı zaten çuvaldızı ellerine.. Her şeye sürekli muhalefet eden bu zatı muhteremlerin sadece tezleri var ve karşı tezlere tahammülleri de yok.. Dolayısıyla gelişimin doğasındaki senteze de muhalefet edenler, bu tür monologcu kişiler..

Oysa biyokimyacılar hayatın “aminoasitlerin proteinleri” sentezlemesiyle oluştuğunu, geliştiğini ve sürdüğünü söylüyorlar.. Türkçesiyle topraktaki tuzsal parçacıkların su ile birleşmesi, birlikte mayalanması yani.. Ki, özeleştiri anlamında “yoğurdum ekşi” demesek de; yaşamımızın sentezlenme sürecinde oluştuğunun, geliştiğinin ve sürdüğünün farkındayız elbette.. Ve farkındayız elbette her sentezin  yeni bir tez olduğunun devam eden diyalektik süreçte..

Birlik, beraberlik, kardeşlik diyalektiğinin mayası barışın; paylaşma, yardımlaşma, dayanışma senteziyle kutluyorum bayramınızı..

Selam ve saygılar… (Gürcan Özdemir)

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here