Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bugün yazmak üzere bir konum vardı ama bir türlü aklıma gelmiyor. Anahtar sözcüğü bulamıyorum. Ve biliyorum ki aradığımda hiçbir şeyimi de bulamıyorum. İlla hiç aklımda yokken çıkacaklar ortaya, bu yüzden anımsamak için zaman harcamayacağım ve aklıma şu an ne gelirse onu yazacağım.
İskenderun’un en çok güneşini özledim. Sahilde yürümeyi… İstanbul’da güneş bir çekilsin gri havaya kalırsınız uzun zaman, güneş bir çıksın onu yakalamak içinde koşmanız gerekir. Eğer çatı katında falan oturmuyorsanız. Odaya ya da salona sızan güneş İskenderun’daki gani, gani her tarafa davetsizce giren güneşle asla bir olmuyor ki ben günden ve güneşten baya tırsan biriyim, artık yıllardır yazılarımı okuyan sizler bilirsiniz. Gecelerin insanı olduğumu aslında… Evet ya hani vampir soyundan mı gelmişim diye hep sorardım kendime. Demek benim havalarım ya karanlık olacak ya da kaçtığım zaman kurtulabileceğim güneşli havalar olmalı. Öyle gri havalar bana uymuyor. Tabi yağmurlu havanın dışında çünkü yağmur hayatım zaten. Geldiğimden beri yağıyor, altında ıslanıyorum ama hiç derdim değil yalnızca sel olmasın, kimsecikler zarar görmesin. Buna rağmen güneş çıktı ya hemen dışarıdayım bilgisayarımı ve masamı dışarı çıkardım, hafif bir esinti var ve güneş bir parlıyor bir bulutların arkasına sığınıyor. Sevgili okuyucularım tamda hastalık havası ve durumu şu an eğer tedbirinizi almadan oturuyorsanız. Hani çarpa, çarpa bilge oldum ya bu yüzden hasta ola, ola artık olmamayı da öğrendim.
Eğer sizde güneşli ama rüzgarlı ve bulutlu bir havada dışarıda çalışıyorsanız bu en az iki saatinizi alacak bir çalışma ise. Muhakkak sırtınızı duvara dönün. Yani aradan rüzgar girmesin ve sırtınızı destekleyin minderlerle falan… Ve başınız gelgitlerden korumak için ufak bir sığınak yapın yani çadır gibi bir şey. O zaman ne bulutun arkasına girdiğinde güneş üşüyorsunuz. Ne de parladığında terliyorsunuz hem güneşte hem açık havada hem de sağlıklı olarak işinizi yapıyorsunuz bu durumda ama işler şimdi bozuldu gibi? Rüzgar çadırımı yıkmak üzere ve güneşin önünde kocaman bir bulut var ikisi kavga ediyor sanırım bulut engel olmayı başarıyor. Ve içeri girmek farz olacak şimdi. Yoksa hasta olunca “kimseye etmem şikayet mücrim gibi ağlarım halime” durumlarına düşmek işten bile değil.
Ve sevgili okuyucularım mücrim dedik ya (suçlu) azıcık İlhami Oktay Anlar’ın kitaplarından söz etmek istiyorum. Bütün kitaplarını çok seviyorum üslup sıra dışı olaylar sıra dışı tarihi anlatımı sıra dışı düşsel, hepsini seviyorum ama bir tek şey fazla yabancı sözcükler. O kadar çoklar ki anlamak zorlaşabiliyor bazen. Emre “hadi” diyor “puslu kıtalar atlası” adlı kitabı kardeşime önerebildim ancak yedinci günü öneremem ki çünkü benim bile anlayamadığım yerler çok.
Emre’cim dedim zaten yazar belli bir kültür seviyesine ulaşmışlar için yazmış bu kitapları dedim. Herkes anlayamaz. Kardeşinde daha küçük ama dedi kitapları böyle yazmak doğru mu? Bu tartışılır tabi. Belki yazar herkes okusun istemiyor anlayan okusun o kadar olmaz mı yani? Olabilir zahar ya da sende kardeşinde daha ilerde okuyabilesiniz diye yazılmıştır. Ancak Yazarın kitabı yazarken böyle bir şey düşündüğünü de sanmıyorum. O kendi potansiyelini araştırmalarını ve dilini yazmış anlayan anlar herkes her şeyi anlamak okumak zorunda değil ki diye düşünüyorum sen kardeşine başka bir şey öner. Arkadaşım edebiyat öğretmeni o bile tıkandım dedi. Okuyamıyorum yedinci günü.
Olabilir tabi ama ben bayılarak okuyorum, ömrümde bir “Gogol’un ölü canlar” kitabını okurken birde sisli ufuklar okurken böylesi garip doyurucu bir tat aldım diyebilirim. Oktay İhsan Anlar’ın yazım tekniği tamamen kendine has bir teknik hiçbir yazarınkine benzemeyen bu da benim için çok ama çok önemli. Varsın bazılarına ağır gelsin kitap diyorum ölü canlarda çok kişiye ağır gelmiştir sanırım.
Ve sevgili okuyucularım. Okumak çok önemli ancak biz artık okuyan bir toplum olmaktan çıktık. Benim öğrenciliğimde otobüse kitapsız kimse binmezdi sanki otobüsle yürüyen kütüphaneydi ama şimdi cep telefonları aldı yerini kitapların, eskiden sanala aleme evde akardı insanlar, şimdi telefonlar ve tabletler sayesinde sokağa taştılar. Oysa tabletlerde de okunabilir bazı kitaplar. Keşke onu yapabilen bir toplum olsaydık. O zaman belli bir kültür gerekiyor bu kitapları okumak için demezdik diye düşünüyorum. Ve şimdilik sağlık, sevgi, birlik ve beraberlik içinde kalalım diyerek yazıma son veriyorum. Yase
& & & & &
Çalmayı Bilmek
Tarihin en ünlü filozoflarından biri olan Sokrates (MÖ:470-MÖ:399), Atina kanunlarına göre yargılanıp ölüme mahkum edildi, Sokrates’i son kez görmeye gelen öğrencilerinden birinin elinde bir saz gördü. Sazın nasıl çalınacağını öğrenmek istediğinde öğrencisi hayretle “-Üstadım ama nasıl olur? Az sonra zehri içeceksiniz, çalmaya vaktiniz olmayacak ve bir zevk duymayacaksınız” dedi. Sokrates ölmeden önce son dersini verdi; “-Evladım! Asıl zevk çalmakta değil, çalmayı öğrenmektedir.”
& & & & &
MERKEZ
Bir gün köyün gençleri Hocayı sınavdan geçirmeye karar vermişler. Köyün alanında toplanıp Hoca’nın yolunu beklemişler. Biraz sonra Hoca çıkmış karşılarına. İçlerinden bilgi bakımından kendine güvenen biri: “Hocam sana bir soru soracağım. Bakalım bilecek misin?”
Hoca da sor bakalım demiş.
Delikanlı sormuş; “Dünyanın merkezi neresidir?”
Hoca anında yanıtlamış; “Ayağımın bastığı yerin altındadır.”
Çocuklar ne diyeceklerini bilemeden dağılmışlar.
Ve aslında hepimiz ayağımızın bastığı yeri merkez bellemiş değil miyiz? Bu kadar kayıtsızlığımız ve umursamazlığımız bundan kaynaklanmıyor mu?
Çocukluk dönemi yoksullukla geçen Alexander Murray, yazıyı eski bir köy arabasının üzerine yazarak öğrendi. Yazım malzemesi olarak da ucu yanmış bir değnek kullandı. Başlangıcı bu şekilde olan bir öğrenim hayatına rağmen Murray, bulunduğu şartlara bağlı kalmama duygusu sayesinde ilerleyen yıllarda ünlü bir dil bilgini olarak başarı yakaladı.
Günün Şiiri
Çıngırağın Ölümü
(Ç ı n g ı r a ğ ı n Ö l ü m ü 1)
bir ses evinde doğdum
inanırım çanların ölümüne
fırtına dinince kıyacağım kendime
sen çizince ben oldum
inanırım kumlu ellerine
sen yitince kıyacağım kendime
bakır damlasından soğudum
inanırım zehirli yüreğine
şart olsun kıyacağım kendime
(Ç ı n g ı r a ğ ı n Ö l ü m ü 2)
I
zaman batıyor Margarita
su doluyol saatlara
bir kurtçuk geçiyor
beynimdeki kumdan
ses göçüyor Margarita
çanlar ölüyor sesevlerinde
dili kurtlanıp çürüyor
ölüm giriyor yalnız
açık kapıdan
II
ses ölünce
kimse kimseyi çağıramaz
ikimizin gizli sevdası
bir incinin yüreğinde
bulunamaz
zaman yanınca
ölüm de bırakır arkadan vurmayı
gelip evlerimize yerleşir
giyer geceliklerimizi
kan kabuklu bedenine
yataklarımızda yatar
herkes göçünce
ölüm yalnızlığını yaşar
son kez duy tenimi
ve kokla beni
ben yitince
belki yeni bir tufan kopar
(Ç ı n g ı r a ğ ı n Ö l ü m ü 3)
adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
çiziyorum kıl üstüne
küçük çıngırağın ayak izlerini
gözlerim
sönüyorlar bir bahçede
katran güle sarılıyor
uzun uzun öpüşüyorlar
birleşiyor
cennet ve cehennem
tanıyarak bedenlerini
dil ve damak gibi
adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
yağmur saralı bir dilenci
devriliyor ardımsıra
yürüdüğüm her sokak
duvarlaştırıyor kendini
ellerim
eriyorlar bir bahçede
kopuyor küpelerin halkası
kemerlerin tokası
yalnızlık delik ağlarıyla
avlanıyor içimi
adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
küçük bir çıngırağım
çalıyorum kendi kendimi
Adnan ÖZER
Günün Fıkrası
Bir makine mühendisi, bir elektrik mühendisi ve bir de bilgisayar mühendisi binmişler bir arabaya gidiyorlar. Yolun yarısına geldiklerinde araba bozuluyor ve makine mühendisi; “Ben hallederim” deyip yatıyor arabanın altına, bir kaç yere çekiç vuruyor, vida sıkıyor falan, biniyorlar arabaya, hala bozuk. Bu sefer elektrik mühendisi hemen atlıyor, “Bana bırakın” diye… Kabloları kontrol ediyor, elektrik aksamına bakıyor, biniyorlar arabaya ama tık yok gene. Makine ve elektrik mühendisi bilgisayar mühendisine dönüyorlar. Sıranın kendisine geldiğini anlayan bilgisayar mühendisi: “Eee.. şey… arabadan çıkıp bir daha girsek?”
Günün Sözü
Eğer yürüdüğünüz yolda hiç engel yoksa o yol sizi hiçbir yere götürmez.
George Bernard Shaw
Başkalarının bilgisi ile bilgin olsak bile ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz.
Montaigne