Ne Garip Şeyler Oluyor Hayatta!!

0
79

Not: Hikâye tadında bir eski yazı ancak burada hiç eskimeyen. İyi okumalar…

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız? Belgelerimde şöyle bir dolaştım, Gazipaşa günlüğüne takıldım,  canım Emre’m bütün yazıları, günlerine, aylarına göre ayırmış ya, hemen tıklayıp giriyorum. Biraz bakalım dedim geçen yıllardan neler var diye. Valla ufak yollu bir tarih yazmış gibiyim. Günlük olayları, içinde bulunduğumuz siyaset ortamını, aile ortamını ve psikolojik durumumuzu falan hep yazmışım, toparlarsam yazıları, sıkıcı olmayan yakın bir tarih kitabı olur rahatlıkla. Bu da aslında günlük tutmanın güzelliklerinden biri oluyor tabi.

Ve yalnızca Gazipaşa’ya olan yolculuklarımın öyküleri başlı başına bir macera romanı niteliğinde… Her gidiş geliş ayrı bir olay, ayrı bir hayat, ayrı bir sorgulama ve ayrı bir güzellik.

Örneğin evvelki yıl kardeşimle balkonumuzun önündeki dantel ağacımızın kesilmesine nasıl üzülmüş, nasıl ağlamış, nasıl kavgalar etmiştik yönetimle. Ancak bu gelişte bir baktım bütün ağaçlar büyümüş, etraf çölde verimli bir vahaya dönmüş hurma ağaçları ve palmiyelere eşlik eden, muz, incir, nar ağaçları ağır gürgenler ve en az üç çeşit çam ağacı, koyu çimler tertemiz bir hava. Geldiğimden beri geceler deniz kokuyor ancak gecen yıl ki bir yazımda geceler yangın kokuyordu, cayır-cayır ciğerlerimiz yanıyor diyordum. Dilerim ne bu yıl, ne de hiç bir zaman ciğerlerimizi yakmayız ve kokusuyla kavrulmayız.

Ve değişmeyen şeylerden biri hala internet kafelere takılıyor olmam, bizim buraya hala internet bağlantısı yapılamıyor, cep telefonları bile az çekiyor. En az on yıldır buradayız ve her yıl değişir, gelişir diye boşa beklerim ve yine her gün sıcakta şehre inmek zorunda kalırım. Bu memleketin bütün araçlarını kullanmışımdır rahatlıkla valla kimi bulsam atlıyorum aracına. Anımsarsanız, sıcakta ter kan ilerlerken bir öğle vakti yazım yetişsin diye telaş ederken bir taraftan da düş kuruyordum. Şimdi bir kavasaki motor olacak, gıcır, gıcır, geniş, ferah ve ben arkada saçlarımı rüzgara vermiş serin, serin uçuyorum, internet kefeye doğru… Oh ne güzel ya serin bir rüzgar yanaklarımı yalıyor, terlemiyorum hiç, vücudum sanki buharlaşmış öylece uçuyorum vay vay vay ya? Düşümle gülümserken arkamdan bir homurtu; Dak, duk, dak dukkk? Uf bu gürültüde ne? Düşlerimi bölen? Rüzgar burnuma garip bir ekşi koku gönderiyordu aynı zamanda. Ve puf puflar, dak duklar gelip yanı başımda durdu. Nasıl anlatsam? Kelimenin gerçek anlamı ile eskilikten perişan, paramparça dökülen bir motor. Üzerindeki genç insanda en az motoru kadar eski püskü giysili, kömürden kara teni ile bembeyaz parlayan dişleri ve çizgiye dönmüş gözlerindeki neşe ile bana bakıyor! Hemen o an içim sımsıcak duygularla dolmuştu. Hala alışamadığım Gazipaşa lehçesi ile “Abla atla arkaya götüreyim” demez mi? Ahhh düşlerim ahhh? Arkaya bir baktım arka koltuğunun yerinde bir sünger paramparça.

Bir koltuğa bir içten gülümseyen sürücüye bakmıştım, içim paralanıyordu, bir pis yırtık pırtık sünger parçasına, birde bütün yüreği ile beni götürmek için yalvaran genç insana! Allah’ım ya rabim bir düş, bir ders mi yoksa yaşadığım anında? Sen misin konfor dileyen al sana konforun babası durumları mı?  Kendimden utanıyorum, düşlerimden de? Çocuğun motoruna binmek düşüncesi bile hasta ediyor ilk başta zaten olamazdı bu? Utangaç ve inanmayan bir gülümsemeyle bakıyorum. “Ya ben yaya giderim sağ ol” diye geveliyorum. “Olmaz lütfen beni kırma atla arkaya” (içimden bayılıyorum bu “atla arkaya” sözüne gülemiyorum alay ediyor sanmasın diye.) “Ya valla belimde sorun var, yürümek daha iyi hem de otobüs şimdi gelir.” Yok kardeşim adam üsteliyor candan gönülden. Sonunda bütün olumsuz duygularımı sevgiye çevirip ona dokunmamaya çalışarak süngerin üzerine tünüyorum.

Ve kalbim heyecandan fırlamak üzere motor çalışıyor, oflayıp puflayarak bir an parçalara ayrılacak sandım ama o direniyor? Ana caddeye çıkıyoruz, rüzgar, genç adamın ekşi, gübre kokusunu bana doğru savuruyor, kokudan fenalık geçirmemek için başımı omzunun üzerinden yana çeviriyorum ve her an kendimi yerde bulacağım düşüncesi ile belim bacaklarım kramp içinde gidiyoruz. Arkadaşlarım görse ne harika olur diye düşünüyorum “Tam sana yakışanı buldun sonunda” derlerdi. Kuşkusuz. Sonunda kırmızı lambada durduk “ben burada ineyim” dedim çabuk, çabuk. “abla dönüşte gelip alayım mı?” demez mi? Tabi çok ama çok teşekkür ettim insan bu kadar güzel olabilir mi ya? Allah bana bir ders vermek istedi herhalde. Sen konforu dileyeceğine insan düşle demek istedi zahar? Ama ya azıcık konfor da olsa insanla birlikte ne olurdu ki? Ancak huzurumda, neşemde müthiş yerindeydi. Aceleyle teşekkür ettim geç kalacağım dedim. Ve koşarak karşıya geçtim bütün günüm neşeyle, işlerim kolaylıkla ilerlemişti.

Ve bu sabah yine elimde bilgisayarım internet kafe için şehir yolundayım ancak düş yok kafamda hayal ya da düşünce bile yok yalnızca yürümek ve hiç durmamak. Bir baktım yine bir homurtu ve sanırım ilk çıkan tofaşlardan biri horul horul durdu yanımda yine dilini bir türlü sökemediğim yine arabası gibi eski püskü dökük bir bey. Sizi bırakayım (kesinlikle böyle demedi ama ben böyle yorumladım) teşekkür edip girdim arabaya bakalım benim şu insanları kırmamak adına yaptığım hareketlerin sonu ne olacak. Allah’tan iki adımlık memleket yoksa asla kendimi sağlama almadan bilmediğim kimselerin aracına binmem.

Ve günde en az iki kere “ben buraya ait değilim” diye kendime söylüyordum ya ilk kez bu soruyu sormamıştım kendime o gün. Ne tuhaf şeyler oluyor hayatta ya?

Ve sevgili okuyucularım ömrüm kendime şaşmakla geçiyor ve düşünüyorum acaba gerçekten ben kimim diye. Ve şimdilik bu kadar demek istiyorum ayaklarım dondu ne kadar serin burası hala alışamadım sakın misilleme yapıyorum sanmayın ancak burası çok güzel valla.

En önemlisi içimde öyle, böyle algılıyorum kendimi? Çok uzun zamandan sonra… Dilerim sizlerde kendinizi huzurlu ve güzel algılıyorsunuzdur. Hepinize uzaklardan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Sağlık ve sevgiyle kalın. Yase

& & & & &

Ordu yöresinde dilden dile, dededen toruna anlatıla gelmiş cesaret yüklü bir efsane…

ORDU-Uzun Kızlar Efsanesi

Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış.

Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, canlı kelekti koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları da sona ermiş. Sona ermiş ama, Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe bir mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler.

Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çökmüş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye “Eriçok Tepesi” denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalamayacaklarını anlayınca Eriçok tepesi’nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler.

Kızlar çeşmede suyu doldurmuşlar. Savaşçılar da kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar. 12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. iki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızlarında başka çareleri kalmamış:

-Allah’ım demişler… Bizi düşmana teslim etme!.. Yeri yar da yerin içine girelim… Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir.

Yüce Allah onların bu dualarını kabul etmiş. Yer yarılmış ve onları bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış.

Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok Tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama uzun kızların mezarları ve Eriçok Kalesi’nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mübarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.

Günün Şiiri

Gizdüşüm

Boşlukta kemiklerin kanattığı karanlık: Sürekli,

geceye bölünen saatlerin asıldığı yer. Kıyı boyunca

çalınan sabah: Esrik tin. Sehpada unuttum başımı, us yitik.

Divansızların bembeyaz ayetleri gibi peşin hüküm giydik.

Gözlerim deniziğnesi.

Kırıl benliğimin benli gözenekleri

İçinde, sürgünlerin gizli sessizliği.

Alnıma dayarım güz görümlük ömrümü, seherin cılız eliyle.

Uzaktaki vahşi güle hüzün kokarım. Ve ölüm ardıma leke

düşer, gözlerimden çekilen sıcaklık korkuluk yüzümde

soğur soğur, iki kaş arasında yenilir kendine uzun yol.

Çiçek tüter düşler karanlığı kısıp pencerede

gök uçurtma çeker yıldız çölüne

Bir ışık örtüsü açılacak göğe, acılaşan gecede; suya ateş

düşüp kirpiklerime gömülecek, yüzüme sıkışmış erguvan

ölüleri. Dilenci kızlara serpinti yağmurun kırık sesi.

Ay batışı gözlere iki ezgi gibi hüzün çökerim, tetikte

yalnız kalan gölgemle. Sıkıntımın yıldız sefası, n’olur

kapatma kollarını, sakalıma basma sabah. Denk cepheli

çalışmalar ederi kadar başlık paramız, asmayın bizi.

Güvencin uçuşu, alabildiğine rüzgâr;

gez arpacık göz tetikte.

Ölüm açmazda bekleyen kuş seslerine sağanak: Bakire

umutlar. Görünmez viranlığım. Çiğ damlacıkları…

Soluğunda sevişen fesleğenlerin, üç kulaç kurşuni sudan

gözlerini saran kokusu; sendeleyen hoş bir yaşam,

inanç yüklü gülüşlerde. Gecenin sararmış mühründe billurlaşan

sessizliğe dolunay doğarım.

Düş artık yakamdan

güneş kırıklarına dadanan sevda.

Kaan İNCE

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here