“Kılavuzun Gereği…”

0
165

İki hafta önce bu sütunda yayımlanan “Görünen Köy” başlıklı yazı; “Bana ne, adam sende, bırak yapsınlar” türü tutum ve davranışlarımızı eleştiriyor; insani değerlere değer vermememiz halinde “yolun sonuna” gelmemizin kaçınılmazlığına vurgu yapıyordu..

Bu hafta, önce söz konusu o yazı ile ilgili “düşüncelerini önemsediğim” bir öğretmen arkadaşımın şifahen yaptığı eleştirisini sonra da eleştirinin eleştirisini yazmak istiyorum.. Yazının içeriğinden bahsettiğimde ismine atıf yapmama izin vermeyen ve fakat “Önemsenmeyen yazar, kendi yazılarına atıf yaparmış!” kinayesinden de geri durmayan arkadaşın eleştirisinden not aldığım cümleler özetle şöyleydi.. “Mekânda henüz görünmeyen köyü, zamanda hiç görememe gibi bir korkuyla yazmışsın! Sen, o yazıda “görünmeyen köyler kılavuzu” kabulüyle sofistike takılmış, mistik atmosfere doğru iki ayağını da yerden kesmişsin! Kaldı ki zaten, din temalı “vicdan” argümanlı, maddi realiteyle çelişen idealist felsefe açısından ütopik köy bu dünyada görünmez!” Benim cevaben; “Birey ve toplumların umudu anlamında, geleceğin ‘Bilgelik Çağı’ olacağına dair inancı; ‘ya insanların koşulların gücüyle kibirlerinin kırılması sonucu ya da vicdanın kuvvetiyle meydana gelecek’ şeklinde dile getiren ‘Görünen Köy’ başlıklı yazının, ‘yolun sonuna gelindiği’  kaygısı üzerinden ümitsizlik korkusu oluşturabileceğini doğrusu hiç düşünmemiştim” savunmamı ise şöyle karşıladı.. “Sen, zahiren; ‘Bana ne yazdan bahardan, Bana ne borandan kardan,’ boş vermişliğiyle yazmasan da, o tür yazıların sonuçta batınî; “Aşağıdan yukarıdan, Yolun sonu görünüyor” korkusunu yansıtan bir umutsuzluk algısı oluşturması doğal! Hiç olmasa, “Allah kerim” duasıyla bitirseydin!”

Maddi umutsuzluk algısıyla, maddesiz umudu yok saymanın tefsiri; “kılavuzun gereği” kabulüne reddiye anlamında değerlendirdiğim bu kinayesi çok eleştiri sonrasında sosyolojik bağlamda düşüncelerimi, Profesör Nurşen Mazıcı’nın güncele atfen dile getirdiği, “Ya sosyoloji kitaplarını yakmalı ya da yeniden yazmalı” yargısından ilhamla yeniden düşünmem gerektiğini anladım..

Toplum mühendisliğini ilerlemeci tarih tezi üzerinden yapılandıran teorinin diyalektik temel yasası şu idi: “Üretim güçlerinin gelişmesi sonucu toplumsal yaşam, bir sistemden daha yüksek başka bir sisteme doğru akar. Mesela; feodalizmden kapitalizme..” Buna göre toplum; insan iradesi ve bilincinden bağımsız, ilerlemeci tarih tezinin keşfettiği nesnel yasalara bağlı bir şekilde, görünecek köye doğru yol almaktaydı! Zaman; bu tarihsel sonuca gebeydi! Köy, henüz mekân ve zamanda görünmese de, görünen köylerin içinde tohum halindeydi ve mevcut üretim ilişkilerinin çelişkilerden beslenerek gelişiyordu! Toplumun maddi üretim güçleri, gelişmelerinin bir aşamasında bu tohumun başak vermesine tanık olacaktı! Sürecinin son aşamasında ise tüm köyler ekin tarlasına dönüşecekti! Özetle;  toplumsal, politik, bilimsel ve felsefi düşüncenin diyalektik gelişim yasası gereğince toplumun ulaşacağı nihai aşamada görünecek köy; insanlığımızın sevgi, barış, kardeşlik umudunun yaşanacağı bir mekân olacaktı!

Tamam, anladık “misk” deniliyordu ve fakat “misk”  bir laftı.. Miskin anlamı kokusundaydı.. Teorinin anlamı da pratiğindeydi.. Bana göre, toplumun değerlerine değer katan bu toplumcu teori, toplumun değerlerinden bihaber sözde toplumcu aydınların çelişkili pratiğiyle çelmelenmekteydi..  Felsefi anlamda adı nesnel de olsa, öznel düşüncenin ürünü sosyolojik teoriyi ne dogmatikleştirerek dondurmaya ne de yakarak eritmeye gerek vardı.. Zira felsefeyi bu türden sefalete düşürenlere karşı ilerlemeci tarih tezi üzerinden kendi teorisini oluşturan bilge, mekân ve zaman içinde oluşan değişimin diyalektiğiyle; “Tarihte belirleyici etken gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir” demişti.. Teoride sözde toplumcu aydınlar(!) ise bırakalım toplumun değerlerine değer vererek yeniden üretmeyi, üretilmiş tüm değerleri sömürme ve sönümlendirme pratiğiyle güya ütopik köye doğru yol aldıklarını sanıyor ve “nasıl olsa olacak” türü “bohem tutum, “olacağı boş ver, olanı yaşa” türü lümpen davranışlarla topluma yabancılaşmanın tezahürü, “halk bizi anlamıyor, adam sende” edebiyatına sarılıyorlardı..

Ben, kibirlerini vicdanlarına örtü yaparak serbest piyasa değersizliklerini eğitime eğitimle nakledenleri,  örneklenen türkü üzerinden; “Bu dünyanın direği yok, Merhameti yüreği yok,” betimlemesiyle “görünen köy” olarak tanımlıyor; “nasıl olsa olacak, boş ver” anlayışıyla da görünecek köyün, ancak bu köy olacağını düşünüyorum.. Dolayısıyla “yolun sonuna” gelmeden, “vicdanlarımızın” bize kılavuzluk etmesi gereğini yineliyorum.. “Görünmeyen köyler kılavuzu” bilgelerin zamandan ve mekândan arınmış sözlerini, eğitimin teori pratik biriliğinde yaşayabilmemiz halinde de sevgi, barış, kardeşlik köyünü görebileceğimizi umuyor ve bu inançla elbette “Allah kerimdir” diyorum..

Selam ve saygılar…

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here