Keşke Bunca Can Yanmasaydı…

0
42

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? 22 gün önce bu günleri göreceğimiz aklımıza bile gelmezdi. Bu günlerde  yaşananlar  hem düşündürücü, hem üzücü hem de umut verici.  Hem de ibret verici. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız, duyduklarımız asla olmaz dediğimiz bir çok şeyin aslında genlerimize işlemiş olduğunu ve bal gibi olabileceğini de gösterdi. İşkencenin en katmerlisinden tutunda çiçek verenlere kadar “her şeyi”  gördük demeyim çünkü her saniye başına yansıyan görüntüler daha bilmediğimiz birçok  şeylerinde zaman içinde görünebileceğini anlatıyor. Hem umutsuzluktan ve vahşetten dibe vuruyoruz, hem gençlerin sağduyulu insancıl yaklaşımından ayaklarımız yerden  kesiliyor..

Bu gençler bize “ben” olmanın nasıl “biz” olabileceğini açık ve net gösterdiler. Kendi hesabıma gençlikten asla umut kesen biri değildim en az önümdeki örneklerden söyleyebilirim bunu. Çocuklarım, yeğenlerim ve öğrencilerimden…

Öğrencilerime atölyenin anahtarını veriyorum. Bütün gün çalışıyorlar, resim yapıyorlar, kitap okuyorlar, radyodan müzik dinliyorlar, pamukları da (köpekleri) bir köşede onları bekliyor. İşleri bitince atölyeyi tertemiz pırıl, pırıl bırakıyorlar. Ömrümde atölyemi böyle temizlediğimi anımsamıyorum.

Çocuklarımsa okula giderken kendi yemek paralarını arkadaşlarına paylaştırıp kendileri ekmek arası zeytin yiyen çocuklar. Şimdi çoğu böyle büyüyen bir neslin çocukları “ben de varım” diye tepkilerini gösterirken her zamankinden değişik olarak nasıl davranabilirler ki? Ağaçların kesilmesine nasıl bedenlerini siper etmezler nasıl başkalarının hakkını en az kendi hakları gibi korumazlar ki? Tabiî ki böyle olacaklar başka türlüsü olmaz zaten. Araya bir iki marjinal katılsa da onlarda  gördükleri davranışlar karşısında  yumuşadılar. Yakından şahit oldum bazılarına…

Anımsarsanız kuzenimin çocuklarından söz ederdim. Aykırı gençlerdi ancak bu eylemlerde gördüm ki onlarda değişmişler. Aklı başında ne istediğini bilen gençler olmuşlar. Çünkü “ben” olarak kabul görmek istiyorlardı aslında öteden beri. Aileleri ile araları bozuktu, şimdi çok iyiler. Bu olaylara kadar hiçbir şey onları böyle bir araya getiremezdi, şimdi aileler de çocuklarının birey olduğunun ayrımına vardı nihayet. Aslında bu gezi olayları  çevremdeki birçok kişiyi kendine getirdi aynı zamanda diyebilirim. Sanki derin bir uykudan uyanmış gibi oldular. Önce kendi kendileri ile barıştılar sonra çevreleri ile. Ben deniz eminim ki polisimizde zorunlu olmasa bu çocukların davrandığından başka şekilde davranmazdı.

Bu çocuklara canı gönülden teşekkür ediyorum çoğumuzun aklını başına getirdiler. Onlardan özür dilemiyorum çünkü hiçbir zaman onların uyuşuk ve asosyal olduklarını düşünmedim. Yaratıcıcıklarına ve insani  değerlerine hep inandım. Beni düş kırklığına uğratmadıkları için yalnızca onlara da teşekkür edebilirim. Ve övünerek söylüyorum ki doğduğum günden beri aristokrat bir ailenin çapulcu kızıydım ve öyle kaldım. 

Ancak yinede keşke bunca şey yaşanmasaydı  diyorum. Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük ve diğerleri  ölmeseydi. Birçok genç yaralanmasaydı. Ve sokağa alışveriş için çıkan Berkin Elvan şu anda ölümle pençeleşiyor olmasaydı. (Babası eğer oğlu iyi olursa adını Ethem Berkin Elvan olarak değiştirmek istediğini söylüyor…) Ve  zor günlerden  geçiriyoruz hayır olsun inşallah sonu.  

Ve sevgili okuyucularım içimiz acıyor aslında ağaçlara ve çevremize sahip çıkabilmek, kardeş olmak birlik ve beraberlik içinde olmak için bedel ödemek zorunda kalmasaydık keşke. Gezi parkı için masumca başlayan olaylar bu şekle getirilmeseydi keşke. Ve şimdilik ve her zaman birlik beraberlik içinde sevgiyle sağlıkla  kalalım  sevgili okuyucularım… Yase

Ve bir kıssadan hisse okuyalım ne dersiniz?

Bu Dünyada En Güzel Şey Nedir?

İstanbul’un Laleli semtini bilirsiniz. Laleli’de yine bu isimle anılan tarihi bir cami vardır. Bu semt ve cami hakkında anlatılan ilginç de bir öykü vardır. Laleli Camii’ni Sultan III. Mustafa yaptırmıştır. Sultan Mustafa bu camii yaptırırken; bu semtte Laleli Baba namında bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi. Padişah bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak istedi. Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir gün, adamlarına Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirip davet ettirdi. Padişahın buyruğu hemen Laleli Baba’ya ulaştırıldı. O da hemen davete icabet etti. Uzun uzun sohbet ettiler. Padişah, Laleli Baba’nın sohbetinden çok memnun kaldı. İçinde bu zatla sık sık görüşme arzusu uyandı. Laleli’den ayrılacağı sırada, Laleli Baba’ya son bir soru sordu: “Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?”

Laleli Baba cevap verdi: “Bu dünyada en güzel şey, yiyip içtikten sonra sıkıntısız bir şekilde def-i hacetini (büyük hace­tini) yapabilmektir.”

Hükümdar bu cevabı hiç beğenmedi. Laleli Baba gibi büyüleyici konuşmalarıyla herke­si etkileyen bir zata da bu cevabı pek yakıştıramadı. Hatta biraz kaba buldu. Padişah veda ederek maiyetiyle birlikte saraya döndü. Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü büyük hace­tini yapamıyordu. Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular. Bilinen bütün tüm ilaç ve yöntemleri uyguladılar fakat fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu… Maiyetten birinin aklına Laleli Baba geldi. O belki bu derde bir çare bulabilirdi? Zaten başka denenmedik bir yol da kalmamıştı. Padişaha danışılıp görüşü alındıktan sonra padişahın adamları hemen Laleli Baba’ya gidip saraya buyur ettiler. Padişah doğum sancısı çeken bir kadından çok daha büyük acılarla kıvranıyordu. “Laleli Baba söyle sende var mıdır bu derdin bir çaresi? Aman beni kurtar!”

Laleli Baba: “Ben sizi bu dertten kurtarırım kurtarmasına ama o kadar kolay değil. Karşılık olarak ne vereceksiniz?”

Padişah: “Laleli’ye yaptırdığım o camii sana hediye edeyim.”

“Yetmez” dedi Laleli Baba. Hanlar, hamamlar… Hatta Sultan Mustafa, Laleli’yi tamamıyla ona vermeyi bile teklif etti. Laleli Baba bir türlü “Tamam”, “Yeterli” demiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı: “Ben sizi bu dertten kurtarmasına kurtarırım ama karşılığında saltanatı (padişahlığı) isterim.”

Padişah kem küm etti ama sıkıntısı büyüktü. “Tamam” dedi. “Varsın saltanat senin olsun.” Laleli Baba bir dua yaptı, padişahın sırtını sıvazladı. “Haydi git, kurtulacak­sın!” dedi. Gerçekten kısa sürede padişah sıkıntısından kurtuldu. Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti. Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmasının üzüntüsü gölgeliyordu. Laleli Baba, padişahın üzgün haline anlamlı anlamlı bakıp dedi ki: “Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor… Öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil. Al yine senin olsun!…”

Günün Şiiri

YENİDEN HÜZÜN

 İşte yine can sıkıntısı bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,

İçimde yaralı bir aşk.

İçimde yaralı bir aşk ve birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,

intihar gelgiti birkaç.

Sırtüstü uzandım dünyaya,

odamın ampulüne bakıyordum,
ampulün bağlı olduğu borunun tavanda kıvrılışına.

Tavanda kıvrılışına birkaç damla gözyaşının
birkaç damla tentürdiyot,
kalbim ağrıyordu, bir yaz günü düştüm sokaklara,

karanlık sokaklara düştüm,

bir yaz gecesiydi galiba,
ürpererek indikçe bayırlardan,

kimsesiz ve boş alanlara,

çaresiz, bomboş bir cesettim,

bir suyla dolu bir kova
olarak kalmışım dünyada.

Herkes kim bilir nerdedir-
şimdi? sevgilim…Kim bilir-
nerdesin?

Kalbim -ki bir gün durur-
var mıydı acaba?
Ölümü ve tuzlu
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya’da.
1965 yılında.

Bir savaş ve hüzün korkusuyla kahvelere dolardı insanlar

Sevgilim! Sevgilim!
“Kanayan yerim benim”
çürük yumurta, bayat pastırma
ve
bamya yenilen bir lokantada
mareşal fevzi çakmak, koca yusuf
dünya güzeli fatma
dostumdular.

Ben o şehirde yalnızdım
bunu kimseler bilemez
gidip gidip rıhtıma
dururdum.

Kör bir dilenci vardı, o da-
dostumdu, beni-
evlendirmek isterdi kızıyla.

Ben içimde bir acıyla
boyna bir resim yapardım.
Sarı kurdeleli kızlara-
hikayeler anlatırdım hatta
uzak dünyalar ve
albert aynştayn hakkında.
Onlar
uzun uzun susarlardı.
Güzelim kızları Hürriyet-
gazetesi okurlardı
Ses ve Hafta.

Her şey o kadar birbirinin
aynıydı, hayat-
akıp gidiyordu sıkıntıyla.
Domino taşlarına ve
bir nehrin akışına benzeyen
cesur ve genç hayat. Akıp giden.
Kitapçı vitrinlerini
ve
alanları hızla eskiten-
hayat, bazen-
beni heyecanlandırırdı.

Yağmurlu, ıhlamur ağaçlı bir yolda
kocaman, eflatun, bir güneş
tıkanırdı gırtlağıma
onu karnıma sokardım.
Güneşi, göğsüme ve karnıma.
Akşam-
beni bulurdu bir koyda.
Kırlara doğru
koşardım bir bağırtıyla.

Az önce ıslanmış kırlara,
serin ve bereketli,
her zaman bağışlayan,
o taze, ve hüzün-
anası kırlara…

Sevgilim! Sevgilim
Gece-
yürüyor,
Dünya-
yürüyor ordularla.

Kitaplarla ve matbaacı-
çıraklarıyla. İçimde-
bir dağ çeşmesi akıyor…
Sabah oldu oluyor anında-
eski, külüstür, kömür-
yüklü sarı bir kamyonla
yanında durmuştuk, orman-
battaniyeliydi hala.
Bir hastane odasında-
sabaha karşı, yaralı-
bir onbaşı gibi uyuyordu.
Sabaha-
karşı bir hastane odasında-
aklıma çanlar geliyor.
Bir adam-
kesik çocuk başları satıyor.
Yeniden
hüzünle başlıyorum bir

Romana

Ataol BEHREMOĞLU

Günün Sözü

Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir…

Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe geçici, fakat akıldan meydana gelen gül bahçesi hep yeşil ve güzeldir…

Mevlana

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here