Gün ve Hüzün…

0
59

Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Hava açık ve güneş neşeli ancak yürekler hüzünlü.  Sözler var, inanmak istemediğimiz, ancak tarihe tanıklık yapsın istediğimiz ve hüzün her şeye rağmen kalbimizin sahibi bu sabah?

Hüzün uğramayan kalp var mı acaba? Vardır tabi  Dağda taşta, kurtta  kuşta, kaldırım otunda  ve bütün canlılarda, hatta hani “taş kalpli ne olacak” diye bildiklerimizde bile… Hüzün gizlidir yüreğimizin ve gözlerimizin en derin yerinde. Yumuşacık kadife gibi…

Taş duvarlı kütüphaneler var, asırlık konaklar, şatolar, saraylar müzeler, hanlar, hamamlar köprüler.  Onlarda da bir hüzün, bir hüzün vardır ki bakanları içine, içine çeker. Onları taş, toprak beton binalar belleriz.  Cansız ruhsuz. Oysa onların canı bütün canlar kadar diri ve kanları akışkan. Duyguları, sıkıntıları stresleri ve sevinçleri olan… Onlar yalnızca kum ve çimentodan demir yığınından  oluşmamıştır.  Aynı bir bebeğin dünyaya gelişi gibidir onlarında dünyaya gelmesi. Önce düş kurulur, şöyle bir evim olsa diye. Şöyle geniş olsun bahçeli olsun, şu kadar olsun, bu kadar olsun şu malzemeyi kullanalım falan diye planlanır. Ve başlar çalışmalar. Ne terler akar ne emekler ne düşlerle yoğrulur taşların arasındaki harçlar, sıvalar, ne seslere kulak verir o tuğla, tuğla, taş, taş yükselen duvarlar? Ne gizlere kulak misafiri olurlar. Ne çok  düşlere?

Sonra onlar binalar, köşkler, saraylar, hanlar, hamamlar olarak ortaya çıkarlar.. Kimisi görkemli süslü püslü kimisi sade, kimisi zarif bir inci tanesi gibi… Ancak hepsi milyonlarca ses milyonlarca duygu, milyonlarca düşünce, milyonlarca elin sıcaklığını taşıyan bu yapıtlara diyebilir miyiz  onlar taştır, mermerdir, betondur. Cansızdır yürekleri yoktur diye? Ben diyemem… Sonra onlar ayrılır bazısı kütüphane olur bazısı cami bazısı han hamam bazısı ev bazısı okul olur. İçlerinde yaşayanlar olur, okullar da öğrenciler minicik çocuklar yetişkin öğretmenler. Onların sesleri yankılanır duvarların yüreğine. Gizleri, sevinçleri ve o okulların duvarları milyonlarca gize sahip yaşarlar kimseye sezdirmeden. Milyonlarca çocuğun gizli gözyaşlarına yalnız onlar tanıklık yaparlar. Sevinçlerine, acılarına… Kütüphanelerde öyle. Her kitabın bir fısıltısı vardır. Etrafın sessizleşmeye başladığı anda ortaya çıkan. Onlar fısıl fısıldır hem kendi aralarında konuşurlar hem de duvarlarla fısıldaşırlar. Bazen görünmez yazılar oluşur kalın duvarlarda. Ve camiler ve kiliseler ve havralar onlar da içerdeki huşudan alır nasibini… Tanrı’ya tapınmak için her secdeye vardığında insanlar o duvarlarda diz çöker kimseler görmeden, güzel sözleri hatmeder okunurken ta yüreklerinde biriktirirler, bir dile gelseler onlar, birer bilgedir, bilgeden öte.

Ve Köprüler ah en çok suyun sesinden anlayan onlardır en büyük hüzün herhalde onlarda yaşar, sulara gömülen canların duygularını, çaresizliğini, çığlıklarını yalnızca onlar duyarlar, balıkların, suda yaşayan canlıların neşelerini, acılarını elemlerini. Ve surlar var. İstanbul’da, onlar ne amaçla inşa edildiklerini bilirler, onlarında duyguları vardır ancak onlar gurur da taşırlar benliklerinde. Çünkü o taşlarının yapımına vatan aşkı katık edilmiş. Ancak şimdilerde o taşlar kırık dökük ve yamaçlarında, sokak çocukları uyur. O asırlık taşlar onlara analık yapar.  Sımsıkı sarılarak. Sanırım en büyük hüzün o taşların yüreğinde yaşar.

Ve saraylar ve köşkler, onlarda içlerinde yaşanan bütün sevinçlerin bütün hüzünlerin, bütün gelmiş geçmişlerin seslerini ruhlarını barındıralar. Hani şato hayaletleri falan vardır ya çocukken çok okurduk kitaplarda  o zaman düşünmezdik ama çok heyecanlanırdık.

Ve duvarların ve eşyaların en az bizim kadar geniştir yürekleri yalnızca onlara bakmayı bilelim. Şimdiler de? Hayalet avcılığındayım. Bakarken duvarlara dalıyorum, içlerine giriyorum taşların yüreğinin. En çok haykıran duvarlar zindan duvarları, canhıraş feryatları duyuluyor arştan. Biriktirmişler ne acı sözleri ve kandamlalarını yutmuşlardır? Ne kadar huzursuz, ne kadar üzgün, ne kadar kocaman bir hüzün taşıyışçısıdır o yorgun yer, yer dökülmüş duvarlar! Ne garip! O duvarlarda bitkiler yeşerir biliyor musunuz? Sanki inadına, inadına serin bir soluk gibi. Ve o yeşillikler bütün taş duvarlardan fışkırır. Muhakkak sizinde dikkatinizi çekmiştir, yıkıntılarda yükselen zarif yeşillikler.

Ve sevgili okuyucularım. Konser salonları vardır “ohhh” onların keyfi bir başka, ne gelmiş geçmiş müzisyenlerin müziğine eşlik etmişler, ne oyunlara ev sahipliği yapmışlar sayısını onlarda bilmez. Ancak duvarları kalınlaşmıştır her telden müzik sesi ve alkışlardan. Onlarında hüzünleri vardır kuşkusuz. Yiten canlar için ağlarlar..

Bazı salonlar vardır.  Devasa, buz gibi soğuk, hiçbir sıcaklığı yok taşın duvarın, çünkü onlara el değmedi. Fabrikamatik işlemlerle en yeni yöntemlerle meydana  getirildi boyandı bezendi. Duvarların el deymiş bir geçmişi  yok. Ancak bu modern taş yığınlarının da kendilerine göre dertleri var sıkıntıları ve hüzünleri var. Bir defa ses düzeni yönünden dertlidirler, ses duvarların kalbine işleyemiyor. Çok yüksek perdeden çıkıp dağılıyor. Duygu yoğunluğunu almıyorlar. Ve konferanslar, soğuk geçer, duygudan çok maddi ve gerçekçi. Ve ben, bu zavallı duvarlara çok acıyorum onlar en çok hüzün taşıyanlardır aslında… Parlak görüntülerinin altında, yeşillikler fışkırmaz yamaçlardan, mermerdir her taraf çünkü. Anıları yoktur, mermerden sızmaz duygular çünkü. Belki bazı yerlerde yer yer anılar oluşabilir. İlerde bu kesin ancak yinede azıcık eksik kalacak. Hayaletleri de olacak mı  bilmiyorum? En sevdikleri  şeyi  belki yeniden izlemek isteyecekler bir gün ve onu çıkaracaklar boyalı benliklerinden kuşkusuz.

Ve sevgili okuyucularım, duvarlar ve hüzün hayatımın vazgeçemediğim unsurları… Onları her zamanın güzellikleri diye nitelendiriyorum. Ve hayaletleri dışarı taşmış, anıları ortalığa yayılmış tarumar edilmiş mekanlar da var. Hani deniz kenarındaki deniz müzesinin yanı başındaki bina… O yüzyıllık zarif bina nasılda kaderine terk edilmişti ve şimdi  yıkılıp yenileniyor. Sanki iç işlerine karışılmış, dokusu bozulmuş, sesler ve anılar ve sevinçleri yıkıntıların  molozların altında kalmış. O molozlar kim bilir nereye dökülecek? Oysa  orda ne güzel yaşamlar vardı? İpek perdelerin arasından bakan mavi gözlü kıvırcık saçlı bebekler vardı. Soylu ve şaşaalı yaşamından yoksulluğa düşen bu zarif bina şimdilerde yenilenmeye başladı.

Eski anıları molozlarla denize döküldü. Şimdi başka sesler, başka duvarları olacak. İşçilerinin sesleri karışacak yeni harçlara yanık türküleri. O duvarlar her oradan geçtiğimde hüngür, hüngür ağlıyordu oysa. Duyuyordum. Ve ona benzer yine bize yakın bir konak eskisi, yıkıldım yıkılamam diye bas, bas bağırıyor yardım istiyor hiç yüzüne bakan yok. O kadar dertli, o kadar yorgun, o kadar yalnız ki ağlayacak takati  bile yok ve orada hiçbir yeşil arsız ot bile yeşermemiş. Yalnız taşların arsından sızmaya çalışan incir ağacı yavruları. Minnacık yapraklar görünür sadece soluk kalın dokulu. Ve ağlıyorum onlarla oralardan her geçişte ya da her belleğime düştüklerinde ki bu günlerde çok fazla düşünüyorum onları…

Ve sevgili okuyucularım, ne basıp geçtiğimiz toprağı ne baktığımız, yaşadığımız mekanları taşı toprağı hayvanı bitkiyi incitmeyelim, düşünelim ki hepsinin bir yüreği var bir hayatı ve öyküsü  ve  kaderi, hepsi hüzün taşır içinde, aynı zamanda sevinci de… Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Yase

Günün Şiiri

Hüzün Geldi

Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Al damar, mor damar, şah damar sustu
Bahçeler put kesildi birer birer
Meyveler salkım saçak taş.
Bir bulut uçardı
Başıboş bedava
Yandı kül oldu.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.
Ağaç büyür arkasında koşamam
Kervan yürür peşi sıra düşemem
Yıldız akar uçsam da yetişemem.
Hüzün geldi başköşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

 

ÖLÜM

Bu yokluk yedi bitirdi bizi

Ağlayıp sızladık yürekten:

“Adam sende… deyip geçmeli

Ne bulduk sanki inlemekten

Ne sen varlıklı ne de ben,

Çul giyinip ömür sürümek

Hoş değil mi o beylerden?”

Neler göçtü şu dünyadan,

Ne uslusu kaldı ne delisi,

Göçüp gitmişler tümü buradan

Çoluğu çocuğu, alisi velisi

En güzeli, dekoltelisi.

Dulu, zengini ayırmaksızın,

Şıkını, orta hallisini

Ölüm gelir bulur ansızın.

İster Paris olsun, ister Hèléne,

Acıdır acı ölümün kancası.

Son demde soluğundur kesilen

Yüreğine acılar dolası

Tanrı bilir terden yanası

Lokman Hekim bulamaz çare

Artık ne kardaş kavgası

Düşecek herkes başı derdine.

Bir burnumuzdu ezilmeyen,

Ölüm okudu canımıza,

Şimdi ne can kalır, ne ten

Ölüm dayandı kapımıza,

Bir kez yazılmış alnımıza,

Kız da kadın da yalan bütün

Ölüm almış gemiyi azıya

Ölüp gideceğiz bir gün.

François VİLLON-Çeviren: Abdullah Rıza ERGÜVEN

Günün Sözü

İnsan, babasına borçlu olduğu saygıyı, ancak baba olduğu zaman duyar.

GOETHE 

Doğaya göre bütün insanlar birdir, fakat pratikte birbirlerinden dehşetli ayrılık gösterirler.

KONFÜÇYÜS

Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkınışların teşvikçisidir.

SHAKESPEARE

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here