Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Gazipaşa maceramıza devam ediyoruz. Kardeşim uyarınca pat ayaktayım yazı SD’ye işlenecek iki dakikada hallediyorum, bilgisayar kapanmadan bir bakıyorum saçlarım daha kurumamış, hemen bir tokayla tutturup beyaz şapkamı da geçirdim mi tamam oluyor… Güneş gözlüğün burada… Vazgeçemediğim iki şey şapkam ve gözlüklerim. Ayrıca çorap ve botlarım (eh ne yapayım ayaklarım toza dumana bulanmamalı) Ve çantamızı aldık mı “hop” aşağıdayız.
Sevgili okuyucularım, her yer binalaşıyor ya, bizim yolun başında da yeni binalar uzayıp giderken. Ve toprak sokak asfaltlanıp kenarlara da kaldırım yapılıyor. İnanır mısınız sanki otoyol yapıyorlar, günlerce, aylarca yol yapımı sürüyor (en çok beş yüz metre) bu yüzdende otobüs siteye giremiyor. Arabalar köy yolundan tozu dumana katarak geçip gidiyor. Bu yüzden yürüyerek, caddeye çıkıyoruz, havamız yerindeyse sokağı ve güneşi kullanıyoruz ama canımız sıkkınsa havuz yolunu tercih ediyoruz, iki tarafı ağaçlı, serin, daracık bir yol ama o da köprüye gelmeden sona eriyor.
Ve köprüye kadarki yol bile insanı terden sırılsıklam ediyor. Kardeşimle o tozlu yola çıkıp köprüye doğru yürüyoruz, köprü “sarı su köprüsü.” Altından eskiden gürül, gürül sular akarmış denize. Ama bu günlerde koyu yeşil bir yosunla kaplı üstü. Ara ara taşlar arasından serin, berrak, incecik bir su yol bulup akıyor. Her iki tarafındaki ağaçlar, yüzyıllık ve çok yalnız ve çok susuz ve çok perişan bekleşiyorlar. Bizde bu perişanlığı tamamlıyor gibi görünmesek de azaltmıyoruz. Köprüden caddeye kadar olan yol bir kilometre kadar, güneşte, o yolu yürüyüp caddeye çıkıyoruz. Yüzümüz kan çanağı her tarafımızdan terler fışkırarak. Cadde serin mi serin, gölgelik ve yasemin ağaçları olan evlere yeni yapılmış inşaat halinden kurtulamamış iş yerlerine bakıyor. Vızır-vızır turist cipleri geçiyor. En eski en hurda arabalarda onları izliyor, kimi şehre inerken kimisi de denize gidiyor.
Biz hemen yeni sulanmış çiçek öbeklerinin arasına sığınıyoruz. Terimizi, mendiller boynumuzda, kulağımızın arkasında toparlanarak kurutmağa çalışırken, denizden gelecek Gazipaşa’nın tek otobüsünü bekliyoruz.
& & & & &
Bizim otobüs Allah’a emanet, yürüyen fırın. Koltukları çok saygılı her gelene eğiliyor, sizde arkaya doğru yatıyorsunuz “ne oluyor” demeye kalmadan koltuk yine doğruluyor. Artık buna alıştığımız için öyle rahatça koltuğumuza yaslanarak oturmuyoruz, sırtımız dimdik duruyoruz. Gazipaşa’ya giderken böyle oluyor da, Gazipaşa’dan siteye dönerken bambaşka bir macera yaşıyoruz. Onu da dönerken anlatacağım.
Ve biz postane önünde değil de tam merkezde iniyoruz. İnşaat artıkları güneş altında tozlaşıyor, havaya karışıyor, burada kardeşinin sandaletleri tozlara batıyor, benim botlar beyaza bulanıyor, sırtımıza yapışık penyelerimiz yüzümüzden akan terlerle sokağın diğer tarafına geçiyoruz. Orada ufak bir sokak incik boncuk satan birkaç eczane, kuyumcunun olduğu meydan çıkıyor. Kardeşime ‘siz pazara gidin’ diyorum ben de kafeye çıkıyorum, kim işini bitirince postane önünde dursun. Güneşle yıkanan dış merdivenleri kullanarak ikinci kata çıkıyorum. Bu bina Gazipaşa’nın en eski binalarından biri. İçi dehliz gibi karışık ve karanlık…
Buradaki internet kafeyi de benden artık bıkan telekomcu arkadaş önermişti, ‘orada size yardımcı olurlar’ demişti. Çok aydınlıktan karanlığa girince hemen gözlüğümü çıkarıyorum gözlerim bir an bir şey seçemiyor sonra aranıyorum ha işte orada. “Kardelen” seviniyorum tabi ama o ne yaklaşıyorum kafede in yok cin yok kapılar açık. Birisi çıkıyor karşı dükkandan… ‘Birini mi aradınız?’ diyor. ‘Hayır’ diyorum ‘internet ihtiyacım var çalışmıyor mu?’ ‘Hayır’ diyor ‘elektrik yok.’ Üzerimden soğuk sular dökülüyor kaç kez döndüm bu yüzden? ‘Acaba ne zaman gelir?’ ‘Valla belli olmaz.’ Hızla geldiğim yoldan sokağa iniyorum, bari kardeşime yetişip zaman geçireyim diyorum pazarı boydan boya geziyorum bizimkiler yok.
Ah ya şimdi eski bilgisayarcımı nasıl da özlüyorum hiç elim boş dönmezdim o zamanlar. Ama kapatmış adam, bilgisayarları bırakmış sır olmuş. Burnumu cama dayayıp içeri bakmıştım. Sonra birileri “abla o kapattı” deyince kös, kös merdivenleri inmiştim. Daha sonra da yeni bir internet kafe aramaya çıkmıştım. Her taraf internet kafe ama elektik yok, jeneratör olan yerlerde bu kez SD açan bilgisayarlar yok hepsi oyun için ayarlanmış, asla izin vermiyorlar elinizde SD’niz dolaşıyorsunuz. Sonunda bir yer keşfettim Allah’ım ya rabbim sanki Meksika çöllerini aşıyormuşum gibi kendime hayret ederek, eski püskü her tarafı dökülmüş bir internet kafedeyim, hoş sokakta öyle ya, eski, dökük, yıkık evlerle dolu, kendiliğinden ağaçlar arasından doğan incir asma ağaçları olan fakat bir türlü boy atamayan, büyüyemeyen, sıcaktan kavruk-kuvruk, toz içinde öylece bekleşen. Sonunda bir kafe buldum ya sevinçle içeri dalıyorum, birden şok durumları içerisi buzdolabı, çölden kutuplara geçiş yapmış gibi. Derdimizi anlattık sırtımdaki penye terden ıslanmışken bir anda buz tutuyor. “tabi yardım ederiz” diyor genç çocuk. Ama yemin ederim tek bir sözcüğü bile anlamadım, yalnızca baş işaretinden ve elimden SD’yi almasından çıkardım bu sözcükleri…
Gazipaşa diline bir türlü alışamadım. Bu da sıkıntı veriyor tabi. Tam rahatlamışken, çocuk masanın altından bir laptop çıkarmış SD’yi yerleştirirken pat diye elektrik gitmez mi? Yüzüme “ne yapabilirim” der gibi bakıyor. Bende ne olacak şimdi gibi. Valla ne zaman geleceği belli olmaz. Ve siz Meksika çöllerine çıkarsınız dumura uğramış gibi. Ama garip bir sıcaklıkla da ısındığınızı algılarsınız, kemiklerim ısındı dersiniz ama bu yalnız iki dakika sürer. İki dakika sonra hem kemikleriniz hem buzlarınız akıp gider bol terle. Ve siz dönüp gelirsiniz. Postanenin önüne daha kimsecikler gelmemiş…
Bari onlar gelmeden ne kadar kafe varsa onları dolaşayım derim ve başlarım dolanmaya. Ömrümde bu kadar güneşte kaldığımı anımsamıyorum.
Ve sevgili okuyucularım yazım yine uzadı yarın devamında buluşmak üzere hoşça kalın, sevgiyle ve sağlıkla… Yase
Günün Şiiri
Gelincikler
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.
saat onikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içlerinde kar serpintisi
içlerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.
yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dükkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman…
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukça binlerce kayık
konuştukça binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız bir-
birimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveyçlerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar ciğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.
gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.
Edip CANSEVER
Günün Fıkrası
Şirkette eski genel müdür kovulmuş, yeni bir genel müdür atanmıştı. Eski müdür görevi devrederken, yenisine tavsiyelerde bulundu ve 3 adet zarf verdi. Her biri numaralanmıştı. Eski müdür yenisine ileride her başı sıkıştığında bir zarfı açmasını söyledi. Ve yeni müdür işe başladı. Altı ay işler yolunda gitti. Fakat sonra satışlar birdenbire düştü. Ne yapacağını bilemeyen yeni müdür, en sonunda 1. zarfı açtı. Zarfta şöyle yazıyordu: “Kendinden önceki müdürü suçla…”
Yeni müdür hemen bir basın toplantısı ayarladı ve sorunlar için kendinden önceki müdürün politikalarını suçladı. Basın ve borsa bu açıklamalara olumlu baktı, şirket hisseleri toparlandı, bu arada da satışlar düzeldi… İşler bir süre daha yolunda gitti. Fakat sonra üretim sorunları çıktı. Önceki olaydan tecrübeli yeni müdür gecikmeden 2. zarfı açtı. Zarfta şu yazıyordu: “Şirketi yeniden organize et.”
Yeni müdür reorganizasyonu uygulamaya koydu, sorun çözüldü. Bir süre sonra işler yine bozuldu. Yeni müdür koşa-koşa gitti ve 3. zarfı açtı: “Üç zarf hazırla…”