Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah. Bu sabah yine hikâyeler var dağarcığımızda. Sevgi ve sağlıkla kalın. Yase
Çanta!
Genç yönetmen yeni filmi için yüzü düzgün, kamera karşısında rahat, düş gücü gelişkin bir kadın oyuncu arıyordu. Gazeteye ilan vererek adayları davet etmişti. Gün boyu peş peşe girdiği mülakatlardan yorgundu. O, kendine yeni bir kahve koyarken, sıradaki oyuncu adayını içeri aldılar. Alımlı genç kız, yüzünde meraklı bir tebessümle deneme kamerasının karşısına oturdu ve yönetmenle sohbete başladı. Adı Emile Muller’dı. Kısa hasbıhalden sonra yönetmen değişik bir şey denemiş olmak için “Çantanızı açıp bana içindekileri birer-birer anlatır mısınız?” dedi.
Genç kız arkadaki çantaya uzandı. Fermuarını açtı. Önce eline gelen iri kırmızı elmayı çıkarıp anlattı: “Bu elmayı sabah tezgâh başında meyvelerini parlatırken gördüğüm manav hediye etti. Çok iştahlı bakmış olmalıyım” Sonra bir kitap çıkardı. Henüz kitabin ilk sayfalarında olduğunu ve okuduğu satırlardan çok etkilendiğini anlattı. Romanın başkahramanının dalaverelerinden söz etti. Ardından bir gazete çıkardı. İş aranıyor ilanını orada okumuştu. Listede, başvuracağı başka işler de vardı. Sonra makyaj çantası, ajandası ve not defteri…
Yönetmen, bu sonuncudan rastgele bir sayfa çevirip okumasını isteyince defteri açıp mahcup bir edayla okudu genç kız… Özel duygulardı okudukları… Derken çantanın gizli bölmesine attı elini… Oradan iki fotoğraf çıkardı. Biri uyuyan genç bir adam fotoğrafıydı: “Sevgilim” diye açıkladı: “Fotoğraf çektirmeyi hiç sevmez de… Ancak uykudayken çekebiliyorum fotoğrafını…” İkinci fotoğrafın annesinin evlenmeden önceki hali olduğunu söyledi. O halini şimdikinden daha çok seviyordu. Genç kızın, çantadan çıkarıp büyük doğallıkla anlattığı her bir nesne, bir yapbozun parçaları gibi onun hayatından kesitler sunuyordu.
Bu oyun, 15 dakika kadar sürdü. Sonunda yönetmen Emile’e teşekkür etti. Çıkarken kapıdaki görevliye telefonunu bırakmasını söyledi. “Arkadaşlar gelecek hafta sizi arar” dedi. Emile çıkarken, yönetmenin asistanı girdi içeri… Dışarıda bekleyen daha pek çok aday vardı. Yönetmen gerindi. Kısa bir mola vermek istediğini söyledi. Hala aradığını bulamamıştı. Yeni bir kahve doldururken karşısındaki sandalyeye asılı çantaya ilişti gözü… Biraz önce içindekilerin birer birer anlatıldığı çantaydı bu… Telaşla asistanını uyardı: “Giden kız çantasını unutmuş, hemen koşup yetiştirsene…” Asistan kız sandalyeye baktı ve “Yoo… O benim çantam” dedi. Yönetmen, koltuğundan ok gibi fırlayıp kapıya seğirtti. Aradığı oyuncuyu bulmuştu.
& & & & &
Gizli Yüz
Yıllar önce çalışkan bir adam, ailesini avantajlı bir iş imkanı sağlamak için Newyork’tan Avustralya’ya götürdü. Adamın ailesinden biri, sirke trapez artisti olarak katılmak veya aktör olma tutkusu olan genç ve yakışıklı oğluydu. Bu genç adam zamanını bir sirk işi ya da herhangi bir sahne işi gelene kadar kasabanın sınırındaki batı bölümünde yerel bir tersanede çalışarak geçirdi. Bir akşam, işten eve gelirken, onu soymak isteyen beş haydut tarafından saldırıya uğradı. Genç adam, parasından vazgeçmek yerine onlara karşı koydu. Bununla birlikte onu kolayca alt ettiler ve onu feci şekilde dövmeyi sürdürdüler. Botlarıyla yüzünü parçaladılar ve tekmelediler, vücuduna sopalarla acımasızca vurdular ve onu ölüme terk ettiler.
Aslında polisler, onu yolda uzanmış bir şekilde bulduklarında, onun öldüğünü sanmışlardı. Morg yolunda, polislerden biri, adamın zorlukla nefes aldığını duydu ve onu hemen hastanedeki acil bölümüne götürdüler. Acil bölümünde yatarken, bir hemşire korku içinde bu genç adamın uzun süre bir yüze sahip olamayacağını fark etti. Göz yuvaları parçalanmış, kafatası, bacakları ve kolları kırılmış, burnu askıda kalmış, bütün dişleri kırılmış ve çenesi hemen-hemen kafatasından ayrılmıştı. Yaşama imkânı az olmasına rağmen, bir yıla yakın zamanını hastanede geçirmişti. Sonunda hastaneden ayrıldığında, vücudu iyileşmişti fakat yüzü bakılamayacak kadar biçimsiz ve iğrençti. Artık herkesin imrenerek baktığı yakışıklı genç değildi. Genç adam, yeniden iş aramaya başladığında, herkes tarafından geri çevrildi.
Bir işveren, ona, sirkte “Yüzü Olmayan Adam” adında tuhaf bir şov önerdi ve bir süre bu işi yaptı. Bu olanlar boyunca o, hala herkes tarafından reddediliyor, işyerinde hiç kimse onunla görünmek istemiyordu. Genç adam intiharı düşünmüştü. Bütün bunlar beş yılda gelişmişti. Bir gün, kiliseye uğradı ve bir teselli aradı. Kiliseye girerken onu, kilisenin sırasına diz çökmüş, hıçkıra hıçkıra ağlarken gören bir rahiple karsılaştı. Rahip ona acıdı ve onu uzun uzadıya konuştukları odasına götürdü.
Rahip büyük ölçüde etkilenmişti, onun yaşamını ve gururunu tekrar kazanabilmesi için elinden gelen her şeyi yapabileceğinin mümkün olduğunu söyledi. Ama genç adam, iyi bir katolik olabileceğine söz verecek ve olacaktı. Genç adam her gün ibadet için kiliseye gidiyor ve ibadet ediyordu ve Allah’a onun hayatını bağışladığı için dua ettikten sonra, beyin huzurunu sağlamasını istiyor ve onun gözünde, iyi bir insan olması için şükran duasını ediyordu. Rahip, kişisel ilişkileri sayesinde, Avustralya’daki en iyi plastik cerrahla görüştü. Genç adam hiçbir ücret ödemeyecekti. Çünkü doktor, rahibin en yakın arkadaşıydı. Doktor genç adamdan çok etkilenmişti. Onun hayata bakış açısı, tüm kötü tecrübelerine karşı mizah ve sevgi doluydu. Cerrah harika bir şey başardı. En iyi diş ameliyatlarını onun için yaptı. Genç adam, Tanrı’ya söz verdiği her şeyi yerine getirdi.. Tanrı da onu harika ve çok güzel bir eş, yedi çocuk ve ileride kariyer için düşündüğü iş hayatındaki başarı ile ödüllendirdi. Eğer Allah’a şükretmezsen ve sana değer veren insanları sevmezsen, toplumda kabullenilemezsin. Bu genç adam Mel Gibson’du. Onun hayatı “Yüzsüz Adam” filminin prodüksiyonuna ilham oldu. O hepimizi kendine imrendirdi. Cesareti olan her insana örnek oldu…
Günün Şiiri
Bir Tanımı Olmalı
bu acının bir tanımı olmalı
bana hiç söylenmemiş sözcükler gerek
gözlerime doluşan bu yağmur kuşlarının
her sevgiye bir tarih düşüren yanlışların
çıkmayan sokaklarda yitirdiğim düşlerin
bu acıyla buluşan bir tanımı olmalı
göğsünü kanırtarak oyan kör bıçak gibi
yaşanacak herşeyi dünde unutmak gibi
ömrünü kayalardan fırlatıp atmak gibi
kendinde kaybolmanın bir tanımı olmalı
toprağı gökyüzüne savuran depremlerden
bütün evleri birden sürükleyen sellerden
geriye bir başına kalan ihtiyar gibi
acıyı solumanın bir tanımı olmalı
güneşin ortasında karanlık olmak gibi
kuruyan bir denizde sessizce yanmak gibi
ıpıssız bir evrende tek canlı kalmak gibi
bu çılgın yalnızlığın bir tanımı olmalı
sevdiğinin yüzüne son kez değercesine
söylenecek hiçbir şey kalmadı dercesine
en uzak tınıları boyayarak sesine
“hoşçakal” demenin de bir tanımı olmalı
ben ne söyleyeceğim şimdi yelkenlerime
bana rüzgâr dilinden sözcüklere gerek,
Ayten MUTLU
Sen, Düşüm Benim
izlerinde içim gümüşleniyor
yerçekimsiz tozlarla uçuşuyor renklerim
ah, narin kürekleri savrulma duygusunun
tanıyorum ellerimle ürperen geyikleri
seslerin avcısına koşuyorum, gizlenen
yabanıl bir ışıkta saydamlaşıyor gizem
kıl heybemde bozkırın sirenleri
seriyorum kilimimi göçebe çadırına
ah, haritaların kılıçtan tapuları
bir barbar bir akıncı tenim
hoyratça dalıyor terinin ırmağına
ah, yılkıda koşuşan gecikmişlik duygusu
bu, atlarsız kalınan sabahın altın kurdu
dizlerinde gümüş, ah düşüm benim
kıl heybemde sirenleri bozkırın
gitmek gibi sızılı bir titreşim ışıklarda
Ayten MUTLU
Günün Sözü
En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.
Arthur Schopenhauer