Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Hava yumuşak, hafif ve neşe dolu… Ancak yürekler hüzünlü. Ve hüzün! Kalbimizin tek sahibi bu sabah? Hüzün uğramayan kalp var mı acaba? Dağda, taşta, kurtta, kuşta, kaldırım otunda ve bütün canlılarda, hatta hani “taş kalpli ne olacak” diye bildiklerimizde. Gizlenir her yürekte yumuşacık, kadife tüylü bir kedi gibi tostoparlak.
Taş duvarlı kütüphaneler, asırlık konaklar, şatolar, saraylar müzeler, hanlar, hamamlar, köprüler. Onlarda da bir hüzün, bir hüzün vardır ki görmeyi bilenleri içine, içine çeker. Onları taş belleriz. Cansız ruhsuz. Oysa onların canı bütün canlar kadar diri ve kanları akışkan. Duyguları, sıkıntıları, stresleri ve sevinçleri olan… Onlar yalnızca kum ve çimentodan demir yığınından oluşmamıştır. Aynı bir bebeğin dünyaya gelişi gibidir oluşmaları. Önce düş kurulur. Şöyle olsun böyle olsun şu kadar olsun diye planlanırlar. Ve başlar çalışmalar. Ne terler akar, ne emekler, ne düşlerle yoğrulur, taşların arasındaki harçlar, sıvalar. Ne değişik seslere kulak verir o adım, adım yükselen duvarlar? Ne gizlere kulak misafiri olurlar ne düşlere?
Sonra binalar, köşkler, saraylar, hanlar, hamamlar ortaya çıkar. Kimisi görkemli süslü püslü kimisi sade, kimisi zarif bir inci tanesi gibi… Ancak hepsi milyonlarca ses, milyonlarca duygu, milyonlarca düşünce, milyonlarca elin sıcaklığını taşıyan, buz gibi taşlardan oluşan… Şimdi diyebilir miyiz ki taşlar cansızdır yürekleri yoktur diye? Sonra içlerinde yaşayanlar olur kitaplar örneğin. Her kitabın bir fısıltısı vardır onlar fısıl, fısıldır dinlerseniz. Ve onlar taşlarla konuşurlar geceler boyu, hatta gündüzler… Ve cami duvarları içerdeki huşudan alır nasibini Tanrı’ya tapınmak için her secdeye vardığında insanlar o duvarlarda diz çöker kimseler görmeden, güzel sözleri hatmeder okunurken ta yüreklerinde biriktirirler, bir dile gelseler onlar, birer bilgedir, bilgeden öte. Ve Köprüler ah en çok suyun sesinden anlayan onlardır en büyük hüzün herhalde onlarda yaşar, sulara gömülen canların duygularını, çaresizliğini, çığlıklarını yalnızca onlar duyarlar, balıkların, suda yaşayan canlıların. Kahrolurlar. Ve surlar var. İstanbul’da, onlar ne amaçla inşa edildiklerini bilirler, onlarında duyguları vardır ancak onlar gurur taşırlar benliklerinde. O taşlarının yapımında vatan aşkı katık edilmiştir. Ancak şimdilerde o taşlar kırık dökük ve yamaçlarında, sokak çocukları uyur. O asırlık taşlar onlara analık yapar. Sımsıkı sarılarak. Sanırım en büyük hüzün o taşların yüreğinde.
Ve saraylar ve köşkler, onlarda içlerinde yaşanan bütün sevinçlerin, bütün hüzünlerin, bütün gelmiş geçmişlerin seslerini, ruhlarını barındıralar. Hani şato hayaletleri falan vardır ya çocukken çok okurduk, kitaplarda o zaman düşünmezdik ama çok heyecanlanırdık ya. Şimdilerde yeniden hayalet avcılığındayız bakarken duvarlara, Ve en çok haykıran duvarlar zindan duvarları! Ne çok canhıraş feryatları bünyelerinde biriktirmişlerdir? Ne acı sözleri, ne kan emmişlerdir istemden!? Ne kadar huzursuz, ne kadar üzgün, ne kadar kocaman bir hüzün taşıyışçısıdır, o yorgun yer, yer dökülmüş duvarlar! Birde orada bitkiler yeşerir. Sanki inadına, inadına serin bir soluk gibi. Ve o yeşillikler bütün taş duvarlardan fışkırır. Muhakkak sizinde dikkatinizi çekmiştir yıkıntılarda yükselen zarif yeşillikler. Konser ve tiyatro salonlarının “ohhh” keyfi bir başkadır zahar her şey yerli yerinde olunca, onlarda zamanın tanıklarıdır. Mutlu coşkulu zamanlar harika müzikler sinmiştir ruhlarına, kulakları ne güzel ezgiler, alkışlar duymuştur. Ancak onlarında hüzünleri vardır kuşkusuz. Yiten canlar için, için ağlarlar. Bizim gibi geçenlerde yitirdiğimiz Sevgili Zeki Alaysa gibi değerlere.
Ve sevgili okuyucularım. Eski duvarlar ve yitirdiğimiz eski ama hiç eskimemiş canlar gönlümün derin hazinelerinde yatar. Bazen onların hayaletleri, dışarı taşmış ortalığa yayılmış tarumar edilmiş anıları, taşları tutan dağılmış un olmuş çimentolar, kızgın bir şiş gibi yüreğimi dağlar.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte hayatımızın zenginlikleri ile her zaman ayrımsız gayrımsız. Yase
Günün Şiiri
İlkyardım Bilgisi
bütün bir aşkyılı kapıştın siniruçlarınla
güneşe, kış geldiğinde yer açmak için
damarlarını ürküterek vücudunu dolaşan kanın
umurunda olmadı başka hayatları sürçmesi
cesaretin, alay konusu oldu
elini korkak alıştıranlar arasında
sen de cesur sandın onları
korkunu anlayacak kadar
göğüs kafesimdeki yetimim!
artık balmumu gibi keman yaylarına sürtüyorlar seni
sen ki hazırdın buna da:
jangarbarek milesdavis hacıtaşan ve yaylılar
bir bir boğulurken “bırakırsan ölürüm” gürültülerine
hazırdın sadece bir ses için aldanmaya
böylece dünya derin oyuklar açtı sende
kendi kalplerini bile stetoskopla dinleyenler
buna derinyara diyerek katkı yaptılar literatüre
ve güncelleşti ilk yardım çantası
gazetelerin eki olacak kadar
hem aşk, bazen sargı bezi olmanı ister üçüncü kişiye
bir başkasının doktoru olmak
kaldı ki en ciddi yoludur sağlığımızı korumanın
“neyin var” sorusunu ilk soran
bir bilen olur: kim ne kadar aşk ve güçten kalmış
kabul defteri açılır, kayıt yapılmış, gözlük camı buğulanmıştır
beyaz önlüklerin vilayetin önünde legale çıktığı bu saatlerde
tababetin temel bilgisidir, gözyaşlarını yeraltında tutmak
avucumuzun içinde oynadığımız iki taş bile ezebilir belki bizi
yine de her zaman huzur verir
psikiyatri kliniklerinde ziyaretçi olmak
çünkü acımak duygusu da bir haraç değil midir
bıçağı sapından tutmaya alışmış olanlar
ağzında yaşayanlardan bir armağan gibi alırlar bunu
gözler göstere göstere doldurulur
ve boşalır patlayan flaşlarla
patlar kalb
boşalır başını oraya koymuş doktor
Akif KURTULUŞ
Günün Fıkrası
Nasa Mars’a adam gönderecekmiş. Sadece bir kişi gidebilecek, giden de geri dönemeyecekmiş. İlk aday olan mühendise bu iş için ne kadar isteyeceğini sormuşlar: “1 Milyon Dolar demiş ve eklemiş, kızılhaca bağışlayacağım.” İkinci aday olan doktora da aynı soruyu sormuşlar. Doktor: “2 Milyon Dolar” demiş. “Bir milyonunu aileme bir milyonunu da tıbbi araştırmalara bağışlayacağım.” Üçüncü aday olan Temel aynı soruya; “3 Milyon Dolar” diye cevap verince yetkililer diğerleri bu kadar az isterken kendisinin neden 3 milyon dolar istediğini sormuşlar. Temel yetkililere doğru eğilmiş, kısık bir sesle: “1 milyonunu ben alırım, 1 milyonunu size veririm, mühendisi de Mars’a göndeririz.”