Ekmek-Anne, Su-Hayat, Kahve-Mutluluk, Çay-Zevk ve Hepsi Bendenizi Terk Etti…

0
219

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Çok şükür bu sabah kendimi yazı yazabilecek gibi algılıyorum. En son yazımda “yaz gribi çok kötü oluyor” demiştim. Başıma geleceklerden habersizdim meğer? Griple başlayan hiç kale almadığım  hastalık başıma ne işler açacakmış  ayrımında bile değildim. Gerçi  kendimi iyi algılamıyordum çoktan beri ancak tez canlı olduğumdan kanıma karışan mikroplardan habersiz 38-39 ateşle oruç tutmaya devam ediyordum, kilo kaybediyorum. İştahsızlıktan kırılıyorum hiç umurumda değil hayatıma aynen devam ediyorum ta ki elimdeki kitabı bitirmek için gecenin bir yarısına dek uyanık kalıpta kitap biter bitmez belimde ve karnımda başlayan korkunç ağrıya kadar! Kült bir ağrı ki anlatılır gibi değil kırılıyorum! Sabaha kadar kendi kendimle savaşıyorum kimsecikler uyanmasın diye. Ancak sabahın 05’ine  dek sabrediyorum. Sonunda kardeşimi uyandırmaya karar vermişken, korkunç böğürtülerle kusmaya başlıyorum içim dışıma çıkıyor. Kaç zamandır doğru düzgün bir şey yemediğim halde böğürerek içimde ne varsa çıkarıyorum sanki yüreğimi bağırsaklarımı  midemi de kusacağım. Bir tarafta ağrı oturmuş böğrüme hiç kıpırdamıyor, bir tarafta kıvrana, kıvrana  kusuyorum sanki canımdan can çıkıyor! Bir anda böğürtülerime bütün ev uyanıyor, kardeşim, çocuklar şaşkınlıktan korkudan donmuş vaziyetle ayrımındayım.

Kimse bendenizi  bu kadar kötü bir durumda görmedi ki nasıl korkmasınlar? Kardeşim bir taraftan sırtımı ovarken bir taraftan ağlıyor. Kendimi ölecek gibi algılıyorum ve diliyorum içimden, buna rağmen nefes almaya çalışıyorken “ağlama iyiyim” diyorum. Sonra canımın içi Emre “hadi çabuk acile gidelim Gül” diyor. “tamam” diyorum ömrümde ilk kez itiraz etmeden. Hava sıcak, bendeniz donuyorum, dişlerim birbirine çarpıyor içim bulanmaya ve böğrüme çöreklenmiş ağrı devam ediyor bütün gücü ile sanki sağlıklı günlerimin öcünü almak ister gibi. Kardeşimden çorap istiyorum. Bütün kötü durumuma rağmen giydirmesine izin vermiyorum kendim giyiyorum çorapları, üstüm başım saçlarım sıkıntıdan ve terden sırılsıklam sanki duştan çıkmışım gibi. Kardeşimin yardımı ile üstümü değiştiriyorum (karizmayı baya bir çizdirdik böylece) yedi dakikalık yol sanki saatler sürüyor, sonunda Gazipaşa hastanesi  acilindeyiz, hemen ağrı kesici bir iğne yapıyorlar. Sonra yıldırım hızı ile kan, idrar tahlilleri, tahlillerin sonucu berbat, hemen bir serum bağlanıyor, serum iğnesi daha damarıma girmeden yine başlıyorum kusmaya! Derken azda olsa sakinleşiyorum.

Günlerden Pazar, bu yüzden uzman doktor yok. Eve dönüyoruz. Pazartesi  için randevu alarak. Azıcık ağrım durdu ya kendimi iyi  ve hastalık bitti sanıyorum ama nerde o günler? Ateşim yüksek ve kusmaya devam ediyorum gece boyu. Emre, Berke, inanılır gibi değil, gerçek birer şefkat kesiliyorlar etrafımda pervane gibi dönüyorlar. Özellikle Berke başımdan ayrılmıyor. Sabahı zor yapıyoruz yine ve hastanedeyiz. Bu kez uzman doktor bakıyor, hemen  tomografi falan çekiliyor, nur topu gibi bir taşımız varmış böbrekte ve yoğun bir iltihaplanma durumu. Yine bir iğne ve bir serum sonrası elimizde bir tomar ilaç eve dönüyoruz. Ancak ilaçlar  kıvrana, kıvrana kusturmaktan başka işe yaramadı. Ateş kırkı geçiyor, ter ve ağrı içinde kıvranırken  kardeşim ve çocukların yardımı ile ateşimi düşürmeye çalışıyoruz. Ilık sular, ıslak havlular ve sorunda ateş düşüyor ama bu kez yine titreme nöbeti. Sabahın köründe yeniden acildeyiz bu kez acil doktoru.

Bu arada söylemem gerek, acil çalışanları acayip ilgili ve kibar insanlar. Acil doktoru Ahmet bey yüzüme bakıyor ve bu  sorunlar çok sıkıntılı ve ateşiniz çok yüksek 39,5 sizi enfeksiyon hastalıkları doktoruna yolluyorum hemen oraya gidin ben onu arayacağım diyor. Gerçekten intaniye mütehassısı  doktor dünya tatlısı, yüzme bakıyor, iyi görünüyorsunuz diyor. Sizi bir muayene edeyim diyor. Ve muayene sonunda ateşime bakıyor 41 dehşetle olamaz diyor. “Ne kadar dayanıklısınız?” “Evet” diyorum “çok dayanıklıyım.” Ama dişlerim birbirine çarpıyor, donuyorum soğuktan. Hemen acile gidin serum bağlansın diyor önce bir iğne sonra serum, serumu bağlanmadan kan ve idrar tahlilleri yapılsın dedi. Serum bitene dek onlarda hazır olur. Kollarım delik deşik morluklar içinde bu yüzden elimden kan alıyorlar. Bin çeşit ilaç eklenmiş serum almak için acile dönüyoruz. Böğüre, böğüre ve üzerimde ceket, çarşaf ne varsa örtülüyor ama yine donuyorum. Ateşimde milim inme yok. Neyse sonuçlar çıkıyor serum bitiyor. Kan tahlilleri  tavan yapmış, sedimantasyon iki yüzün üzerinde lökositler yirmi beş bin olmuş. Doktor “kesinlikle hastanede yatmanınız gerekiyor” dedi bu tabloyla eve dönemezsiniz. Tamam diyorum ömrümde bu kadar uysal olmadım!

Bu arada herkes su içeceksin diyor. Ve su iç diyen bana dünyanın en büyük işkencesini yapıyor sanıyorum. Çünkü suyun adı bile kusturuyor artık ağzıma bir lokma girmiyor ki çıkarmayım. Hele su? Kardeşim ancak dudaklarımı ıslatabiliyor, neyse hastaneye yatıyoruz günde beş serum ve onlardan önce kaba ete bir iğne. Ancak bir hafta sonra karnım yumuşuyor, ateşim düşüyor. Ama en ufak bir durumda direk 40. Bu arada bayram gelip çatıyor bu yüzden zorunlu olarak eve çıkıyoruz. Günde iki iğne iki antibiyotik ve yanında mide koruyucu, tansiyon düşürücü, ağrı kesici falan tabi ilaçlar ve ben, can düşmanı gibiyiz. İlaçlar mideme iniyor bir saat sonra başlıyor bulantı terleme kafa içinde basınç ne arasanız var. Ne kendime sahibim artık nede başka bir şeye, ilaçları kusana dek, ki oda sabaha karşı ancak oluyor o saate  dek kıvranıyorum ilaçlar  kafa içi basıncını artırıyormuş,  tansiyon ilacını bu yüzden vermiş doktor, yoksa normalde tansiyonum yerlerde sürünüyor 9 bilemedin en çok 11 buna rağmen alıyorum ve kıvranıyorum, önümü göremiyorum kardeşime “ben zehirleniyorum” diyorum resmen zehir bunlar ancak buna rağmen kesmiyorum ilaçları kusa, kusa kutu, kutu,  sabah akşam iğneleri alıyorum doktorun emri kesin. Enfeksiyon kana karışmış. Resmen zehirlendiğim için bu kadar kusuyorum ve ilaçları bırakırsam yeniden aynı duruma düşmemek için  her şeye rağmen ilaçlarla zehirlenmeyi ve kusmayı göze alıyorum. Ben ki ömrümde ağrı kesici bile almamış biriyim!  Kimyam alt üst  oldu. Ağzıma bir lokma  girmiyor. Kardeşim yalvarıyor. Berke limonata yapıp getiriyor, herkes bu arada söz birliği etmiş gibi üzerime geliyor su iç… Ah inşallah hiç kimse su içmenin ne kadar zor olduğunu ömründe bir kez olsun bilmez.  Yalnız su değil, çay ve  kahve de, ki kahve benim için mutluluğun adı. Ekmek anne, su hayat çay zevk…

Ve ben bu sevgili dörtlüden can düşmanlarım gibi kaçıyorum. Nihayet iğneler bitti ama ilaçlara devam ettim ve sonunda geçen gün onları da bitirdim. Ama bende bittim tek kelime ile. Yüzüme bakamıyorum aynada. Sallanıyorum, ayağa kalkamıyorum kitap okuyamıyorum, tv bile bakmıyorum konsantrasyon sıfır, kendimi berbat hissediyorum. Şimdi yeni, yeni beslenmeye başladım ama hala su çay ve kahveye yaklaşmıyorum, Berke yanıma şişeyle su bırakıyor özel su alıyor meyve soyuyor ama bende tık yok. Hastalıktan sonrası da hastalık… Arkadaşım üç aya dek kendine gelemezsin demişti de gülmüştüm ama demek haklıymış. Bu yazıya üç gündür başlamışım ama bitiremiyorum. Her gün azıcık yazıyorum, hemen yoruluyorum. Bugün tekrar doktora gittim yarın testler yenilenecek. Bakalım sonuçlar nasıl. Bu arada Emre’yi askere yolladık. O şimdi dört günlük asker. Her gün arayıp nasıl olduğumu soruyor hastalığım boyunca bir damla yaş akmadı gözümden ama o giderken içimde biriken ne kadar gözyaşı varsa hepsini döktüm. Annesi bile bu kadar ağlamamıştır. Gitmeden bana birde bilgisayar aldı. Sen çıkamazsın diyerek. Şimdi yeni bilgisayarımla çalışıyorum zaten ikimiz birlikte hasta olmuştuk onun derdine deva yok artık. Ve bu arada Berke MKÜ Kamu Yönetimi bölümünü kazandı. Artık benimle birlikte kalacak çok sevinçliyim tabi. Ancak tabletimi kırdı. Canı sağ olsun şimdi yenisini almak için uğraşıyor.

Ve sevgili okuyuculularım bir aydan beri sevgili Helga sayfamı düzenledi, eski yazılarım ve değişik öykülerle sayfamı boş bırakmadı çok teşekkür ediyorum ona ve arayıp sağlığımı soran gazete aileme… Bundan böyle yazılarım güncel devam edecek diyemiyorum, çünkü  çok yorgunum hala ve beslenemiyorum. Bir müddet daha izninizi istiyorum. Ve diliyorum ki hiç kimse hasatlıkla ve açlıkla sınanmasın. Sağlık ve sevgiyle kalalım  her zaman, hep birlikte sevgili okuyucularım… Yase

Günün Şiiri

Vuslat
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı
Görmezler ufuklarda, şafak söktügü anı…
Gördükleri rü’ya ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgarı başka.
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez;
Gül solmayı; mehtab, azalıp gitmeyi bilmez…
Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi…
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fıskiye ahengini dinler.

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
Boynunda O’nun kolları, koynunda O varsa,
Dalmışsa O’nun saçlarının rayihasiyle,
Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.
Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir mucize halinde o gözlerdendir artık.

Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur
Zira, susatan zevk, o dudaklardaki tuzdur.
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan…
Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.
Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.
Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?
Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rüzgar gibi bir şevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!
Alemde bir akşam ne semavi koşudur o!
Dört atlı o gerdüne, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin,
Simaları her lahza parıldar bu zaferle;
Gök, her tarafından, donanır meş’alerle!

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar
Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,
-Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da-
Bir an uyanırlarsa leziz uykulardan,
Baştanbaşa, her yer kesilir kapkara, zindan…
Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak…
Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak…
Ey tali! Ölümden ne beterdir bu karanlık!
Ey aşk! O gönüller sana mal oldular artık!
Ey vuslat! O aşıkları efsununa ram et!
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!

Yahya Kemal Beyatlı

Günün Fıkrası

Çöpçatan, damat ve gelin adayını karşılaştırır. Gelin zengin olduğundan damat adayı ufak tefek kusurların bağışlanması için önceden uyarılmıştır. Gelin adayı odaya topallayarak girer. Damat adayı çöpçatana bakar; “Topal bu” der. Çöpçatan başıyla onaylar. Damat gelinin saçlarını okşamaya kalkar. Peruk elinde kalır. Çöpçatana bakışlarıyla: “Kel bu” der. Çöpçatan başıyla onaylar. Damat adayı odadaki gümüş takımlara antikalara bakar. Onların da sahte olmasından şüphelenir. Çöpçatanın kulağına fısıldamak ister. Çöpçatan: “-Rahat konuşabilirsin, duymaz kulağı sağırdır.”

Günün Sözü

Felek sana hayat diye ekşi bir limon uzattıysa, sen üstüne tekila ve tuz iste.

Meksika Deyişi

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here