17 Nisan 1940’ta çıkartılan yasayla kurulmuştu Köy Enstitüleri.. Yasa görüşülürken, “Bu nereden alınmıştır?” diye soran Karabekir Paşa’ya, ME Bakanı Hasan Ali Yücel şu yanıtı vermişti; “Kimseden almadık, bu bizimdir!”
Bizimdi Köy Enstitüleri.. “Kökü dışarıda” değildi yani.. Ki, UNESCO tarafından gelişmekte olan ülkelere önerildiği, dolayısıyla özgünlüğü kayıtlıydı mesela B M arşivlerinde.. Teorisiyle, pratiğiyle bize ait bir eğitim modeliydi özetle..
“Bize ait olan ne kadar uzakta?” diye soruyordu “Sebebi Telif” adlı şiirinde İsmet Özel.. Soruyordu, “Yıldızların Uzaklığına Övgü” başlıklı başka bir şiirinde de; “Kargaşa. Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği günler olmadı mı?” sorularını.. Ve şu dizelerle bitiriyordu söz konusu bu şiirini: “Ey yangınlar artığı! Her yangından arta kalan bir şey, her yangından arta kalan gerçek şey, çoğalt beni.”
“Kargaşa ve anılacak günler ve çoğalmak” dizelerindeki çağrışımla, canlanmaz mı gözlerimizde köy enstitülü yıllardan fotoğraflar? Ve yalnız ayaklarımızın değil saçlarımızın da çiçeklendiği fotoğraflar! Nasıl canlanmaz? Canlanır elbette idealist eğitimcilerin gözlerinde, kerpiç döken, duvar ören, tarla süren, demir döven, çatı çakan, yapı yapan öğrenciler.. Canlanır birer birer öğrencilerine ışıklı sular taşıyan öğretmenler; ki Hasan Ali Yüceller, İsmail Hakkı Tonguçlar.. Peki, ne yapıyor öğrencilerle birlikte bu halkçı, toplumcu öğretmenler? İş aracını iş amacıyla birleştiren, sorun çözme temelli “ışık okulları!” Kepirtepe’den Cilavuz’a, Akçadağ’dan Çifteler’e, Ortaklar’dan Beşikdüzü’ne, Akpınar’dan Düziçi’ne, Gönen’den Gölköy’e, İvriz’den Dicle’ye.. Ve fakat ah!
Sorulabilir; Toplamı 21 olan bu enstitülerin adlarını dahi saymadan niçin ah? Kimi zamanlarda pişmanlık, öfke, kimi zamanlarda ise hasret, sevgi gibi duygularımızı ifade eden dramatik bir ünlemdi ah.. Ve fakat tüm bu duygulanımları içerse de; kapatılmaları sonrasında eğitimin özünden uzakta kalma anlamıyla hicranla yanan yüreklerin ifadesiydi asıl.. Ki trajik bir çığlık bağlamında elbette.. Nazım, Şeyh Bedrettin Destanı’nda, Bedrettin’in yenilgisini betimledikten sonra, “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların / zaruri neticesi bu! / deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. / Ama bu yürek / o, bu dilden anlamaz pek..” dizelerinin altına düştüğü şerh cümlesinde şöyle diyordu: “Tamam, tarihsel, sosyal, ekonomik vd şartları kafam kabul eder amma yüreğim yine yanar!”
Sorulabilir; Peki ne vardı köy enstitülerinde uygulanan eğitimin özünde? Bireyin kendine, çevresine ve tüm insanlığa yararlı iş ve ahlak kavramı vardı mesela.. insanın, sözden çok iş içinde, iş aracılığıyla iş için yetiştirilmesi vardı.. Ki birey olarak kendilerinin farkına varıyordu mesela öğrenciler.. Düşünüyor, sorguluyor, eleştiriyor, üretiyorlardı.. Kendi yaşamlarından topluma, toplum yaşamından kendi yaşamlarına anlamlar katıyorlardı.. Kendi değerlerinin farkına varıyor, iyi birey; toplumunun, milletinin, ülkesinin değerlerinin farkına varıyor, iyi yurttaş; dünyanın değerlerinin farkına varıyor, iyi insan oluyordu..
Sorulabilir; İyi de, peki trajik olan ne? Kapatılmaları sonrasında bilinçlendirici özün derinliğinden uzaklaşıp, biçimlendirici yüzeyselliğin sığlığında boğulmamaya çabalamaydı mesela.. Yaparak, yaşayarak öğrenme yerine ezberciliğin, yarışmacılığın ikamesiydi.. Herkes okusun yeteneği olanlar daha çok okusun toplumcu hümanist anlayışın yerine, bireyci, piyasacı “parası olan okusun” anlayışının egemen olmasıydı..
Sorulabilir; Peki, Köy Enstitüleri kapatılmamış olsaydı ülkemiz ve toplumumuz acaba bugün nasıl olurdu? Tarih ve toplum bilimlerinde, “o olduğu için öyle olmuştur veya o olmasaydı öyle olmazdı yahut onun yerine şu olsaydı” gibi varsayımlardan hareketle yargıda bulunmanın bir gerekçesi olsa da, bugüne ait gerçekliği ve geçerliliği yoktu.. Dolayısıyla hicranla yansa da yüreğim; açılmasını da kapatılmasını da, tarihsel ve toplumsal koşulların sonucu olarak kabul ediyorum ben.. Artı, mekân ve zaman içinde oluşan değişimin diyalektiğiyle, tarihsel hareketin düz ve doğrusal bir çizgi üzerinden değil, birbiriyle kesişen sayısız güç çevriminden ilerlediği tezini ekliyorum bu kabule..
“Ülkemizin eğitimde bugünkü ihtiyacı, yabancı hayranlığına kapılmayarak ulusuna ve halkına güvenen, ona hizmet etmek için kendini adayan insanlar yetiştirmektir” diyor mesela bu bağlamda köy enstitüsü akışlı eğitimcilerimizden Zeki Sarıhan.. Ve özetliyor “Anılacak güzel günlerimiz var bizim de” övgüsüyle kutladığımız 17 Nisanların anlamını: “Bugünkü görev, köy öğretmeni yetiştirecek kurumlar açmak değil, bütün eğitim sistemine Köy Enstitüleri ruhunu hakîm kılmaktır.” (Öğretmen Dünyası, Sayı 280)
Selam ve saygılar…